Olağanüstü bir kongre toplamaya gerek kalmadı. Lenin’in baskısı gerek Merkez Komitesi’nde gerekse de önparlamento fraksiyonu içinde güçlerin sola kaymasını sağladı ve Bolşvikler 10 Ekim’de ‘ön -parlamento’dan ayrıldılar.
Petrograt’ta sovyet ve hükümet arasındaki çatışma, Bolşevizm taraftarı olan garnizon birliklerinin cepheye yollanması meselesiyle sürüyordu. 16 Ekim’de ayaklanmanın yasal sovyetçi organı olan Devrimci Askeri Komite kuruldu. Partinin sağ kanadı olayların akışını frenlemeye çalışıyordu. Parti içindeki eğilim çatışması ve ülke içindeki sınıf mücadelesi dönüm noktasına giriyordu. Sağ kanadın tutumu en açık şekliyle ve gerekçeleriyle Zinoviev ve Kamanev imzalı içinde bulunduğumuz durum üzerine başlıklı mektupta ifadesini buldu. 11 Ekim’de, yani devrimden iki hafta önce kaleme alınan ve partinin belli başlı örgütlerine yollanan bu mektup, Merkez Komitesi’nin silahlı ayaklanma konusundaki kararına şiddetle karşı çıkmaktaydı Partiyi düşmanın güçlerini küçümseme tehlikesine karşı uyaran ama aslında devrimin güçlerini korkunç bir şekilde küçümseyen ve hatta (25 Ekim’den iki hafta önce!) kitlelerdeki mücadele arzusunu inkar eden mektubun yazarları şöyle diyorlardı: “Şuna kesinlikle kaniyiz ki şu an silahlı bir ayaklanmayı ilan etmek sadece partimizin değil aynı zamanda Rus ve uluslararası devrimin kaderini tehlikeye atmaktır” Peki ama ayaklanmaya ve iktidarı ele amaya yeltenilmediği takdirde ne yapılmalıydı? Mektup bu soruya oldukça açıklıkla cevap veriyor: “Ordu ve işçiler sayesinde burjuvazinin şakağına dayanmış bir silah tutuyoruz.” Burjuvazi bu tehdit altında Kurucu Meclis’i toplamamazlık edemez. Partimiz seçimlerde çok şanslıdır. Bolşevizmin etkinliği artıyor. Doğru bir taktik uygulayarak Kurucu Meclis’teki sandalyelerin en az üçte birini ele geçirebiliriz.” Bu mektuba göre parti böylece, burjuva Kurucu Meclis’inde “etkin” bir muhalefet rolü oynamalıydı. Bu sosyal demokrat anlayış aşşağıdaki değerlendirmelerle kısmen örtülüşüyordu: “Yaşantımızın temel öğeelerinden biri haline gelen sovyetler ilga edilemez… Kurucu Meclis devrimci çalışmalarında yalnızca sovyetlere dayanabilir. Kurucu Meclis ve Sovyetler, işte yönelmekte olduğumuz birleşik devlet modeli.” Gariptir ki sağ kanadın çizgisini oldukça iyi niteleyen Kurucu Meclis’le sovyetleri birleştiren “birleşik” devlet iktidarı teorisi birbuçuk iki sene sonra Almanya’da Rudolf Hillerding tarafından yeniden ele alınır. Hilferding de proletaryanın iktidarı ele almasına karşı mücadele ediyordu. Alman/Avusturya oportünisti o zaman kopya çekmiş olduğunun farkında değildi.
İçinde Bulunduğumuz Durum Üzerine mektubu, Rusya’da halkın çoğunluğunun arkamızda olduğunu inkar ediyordu. Salt parlamenter çoğunluğu dikkate alıyordu. “Rusya’da ki işçilerin çoğunluğu ve askerlerin önemli bir kısmı bizle birlikte. Ancak bunun gerisi için durum belirsizdir. Örneğin, eğer Kurucu Meclis seçimleri yapılırsa köylülüğün çoğunluğunun S-R’ler için oy vereceği kanısındayız. Bu tesadüfi bir olay mıdır?” diyorlardı. Sorunu böyle koymak temel bir hata içermekteydi: Köylülüğün güçlü devrimci çıkarları olması ve bunları gerçekleştirmek için derin bir arzuya sahip olması mümkünse de, bağımsız bir potitik tavır almasının mümkün olmadığı burada kavranılamamıştır; çünkü, köylülük ya oyunu S-R’lere vererek özünde burjuvaziden yana oy kullanacaktır ya da aktif bir biçimde proletaryaya katılacaktır. Bu iki şıktan birinin gerçekleşmesi de bizim yürüteceğimiz politikaya bağlıdır. Eğer Kurucu Meclis’te muhalefet rolü oynamak üzere önparlamento’ya gitseydik, köylülüğü, neredeyse mekanik bir şekilde, çıkarlarını tatmin etme yolunu Kurucu Meclis içinde aramaya zorlamış olacaktık. Bunu da köylülük parlamentonun muhalefetinden değil çoğunluğundan yola çıkarak yapmak durumunda olacaktık. Tam tersine iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi köylülerin derhal büyük toprak sahiplerine ve memurlara karşı mücadelesi için devrimci bir çerçeve yaratacaktı. Yani sık kullandığımız tabirlerden biriyle şunu söyleyebilirim ki bu mektupta köylülüğün hem küçümsenmesi ve hem de aldatılması sözkonusu: Hem köylülüğün devrimci yeteneklerinin (proletaryanın önderliği altında) küçümsenmesi, hem de politik bağımsızlığının abartılması. Bu çift hata da proletaryanın ve partisinin gücünün küçümsenmesinden yani sosyal demokrat bir anlayıştan kaynaklanmaktadır Burada şaşılacak bir şey yoktur. Oportünizmin tüm nüansları son tahlilde devrimci güçlerin ve proletaryanın rasyonel olmayan bir değerlendirmesine dayanır.
Mektubun yazarları iktidarın fethi düşüncesine karşı mücadele ederken partiyi devrimci savaş perspektifleriyle korkutmaya çalışıyorlardı: “Askerlerin çoğunluğu bizi savaş sloganımız için değil, barış sloganımız için destekliyorlar… Eğer iktidarı ele aldıktan sonra dünya durumunun gerekleri yüzünden devrimci bir savaş yürütme zorunluluğu ile karşı karşıya kalırsak, askerlerin seçkinleri bizimle kalacaktır ama kitle bizi terkedecektir.” Bu akıl yürütme son derece eğiticidir. Bu gerekçeler burada aslında iktidarın ele geçirilmesine karşı yöneltilmiştir ancak, daha sonra Brest-Litovsk barışının imzalanması yönündeki temel nedenleri burada bulabiliriz. Açıktır ki bu mektupta takınılan tavır mektubun yazarları Brest barışının kabullenmesine oldukça yatkın hale getiriyordu. Bu konuda bize düşen, başka bir vesileyle bu konuda söylediklerimizi tekrarlamaktır: Lenin’in siyasi dehasını simgeleyen şey, tek başına geçici Brest teslimiyeti değildir, Brest ile Ekim’in ittifakıdır. İşte unutulmaması gereken budur.’
İşçi sınıfı, düşmanın kendisinden daha güçlü olduğu bilinci ile mücadele eder ve gelişir. Günlük hayatta sürekli olarak gözlemlenen budur. Düşmanınn elinde zenginliği, iktidarı, her türlü ideolojik müdahale aracı, her cins baskı aygıtı vardır. Düşmanın bizden daha güçlü olduğu düşüncesinin kabullenmesi hazırlık dönemindeki bir devrimci partinin yaşamının ve çalışmasının yapısal bir parçasıdır. Zaten partinin sürükleneceği her türlü tedbirsiz veya erken hareketin sonuçları ona her seferinde ve kabaca, düşmanın gücünü hatırlatır. Ne var ki, düşmanın kendinden daha güçülymüş gibi düşünme alışkanlığının, zaferin önündeki en büyük engel haline dönüştüğü, bir an da gelebilir.
Burjuvazinin bu günkü zayıflığı, bir yönüyle, dünkü gücünün gölgesinde gizlenmektedir. “Düşmanın gücünü küçümsüyorsunuz!” İşte silahlı ayaklanmaya düşman olan tüm öğelerin buluşma noktası Sağ kanat zaferden iki hafta önce şöyle yazıyordu: “Ayaklanma üzerine sadece laf etmek niyetinde olmayanlar, onun gerçekleşebilme şansını iyice tartmalıdırlar. Özellikle içinde bulunduğumuz anda, düşmanın gücü sanıldığından fazladır. Mücadelenin kaderini belirleyecek olan Petrograt’tır. Oysa Petrograt’ta proleter partinin düşmanları azımsanmayacak güçler toparlamışlardır: gayet iyi silahlandırılmış, çok iyi örgütlü, savaşmasını bilen ve hırsla arzulayan 5000 junker; ayrıca genelkurmay, vurucu birlikler, kazaklar, garnizonun önemli bir kesimi, daha sonra Petrograt’ın çevresini sarmış topçu birliklerinin çok büyük bir kesimi. Aynca, Merkez Yürütme Komitesi aracılığıyla düşmanlanmız büyük ihtimalle cepheden asker getirtmeye de çalışacaklardır.” (İçinde Bulunduğumuz Durum Üzerine) Oysa bir iç savaşta sadece taburların sayısını saymak yetmez, aynı zamanda bilinç düzeylerini de dikkate almak gerekir. Kusursuz ve eksiksiz bir değerlendirmeye varmak hiçbir zaman mümkün değildir. Lenin de düşmanın Petrograt’ta önemli güçler yığdığını düşünüyor ve ayaklanmayı, kansız geçabileceğini düşündüğü, Moskova’dan başlatmayı öneriyordu. Hazırlık aşamasında bu tür kısmi hatalar en olumlu koşullarda dahi kaçınılmazdır ve her zaman en olumsuz şıkkı düşünmek daha akılcıdır. Fakat bizi burada ilgilendiren hata, düşmanın güçlerinin muazzam biçimde abartılması, düşmanın gerçekte hiçbir askeri gücü olmadığı halde oranların tümüyle çarpıtılmasıdır.
Almanya örneğinin kanıtladığı gibi bu sorun korkunç bir öneme sahiptir. Ayaklanma sloganı Almanya Komünist Partisi yöneticileri için esas olarak -hatta tümüyle- bir ajitasyon yöntemi olduğu sürece bu yöneticiler düşmanın silahlı güçlerini (Reichwehr, faşist birlikler, polis) akıllarına getirmiyorlardı Ancak sorunla doğrudan doğruya karşı karşıya kaldıklarında, düşmanın silahlı güçlerini neredeyse yok sayan bu aynı yoldaşlar, bu sefer de başka bir aşırı uca sürüklendiler: bu kez burjuvazinin silahlı güçleri hakkında önlerine sunulan her rakamı veri olarak almaya başladılar. Bu rakamı (yarım milyon, hatta daha fazlasını yuvarladılar. Böylece de karşılarında onların çabasını felçedecek kadar tıkız ve tepeden tırnağa silahlı bir kitle yarattılar. Alman karşı devrim güçlerinin hatırı sayılır bir nicelikte olduğu, en azından bizim kornilovcularımız veya yarı-kornilovcularımızdan çok daha iyi örgütlü ve hazırlıklı oldukları tartışma götürmez. Fakat Alman devriminin etkin güçleri de bizimkilerden farklıdır. Almanya’da proletarya nüfusun ezici çoğunluğunu temsil eder. Bizdeyse, en azından ilk aşamada, sorun Petrograd ve Moskova’da çözüldü. Almanya’da ayaklanma daha işin başından onlarca güçlü proleter odağına sahip olacaktı. Eğer A.K.P. yöneticileri bunu akıl etmiş olsalardı, düşmanın güçleri ölçüsüzce şişirilmiş istatistik kestirimlerinden çok daha az korkunç gözükürdü. Her halükarda Almanya’daki Ekim yenilgisinden sonra bu yenilgiye neden olan politikayı temize çıkarmak için yapılmış olan ve halada yapılmakta olan ve üstü örtülü niyetler içeren değerlendirmeleri kesinlikle geri çevirmek gerekir. Rus örneğimiz bu açıdan olağanüstü bir öneme sahiptir: Petrograt’ta kan dökmeden elde ettiğimiz başarıdan iki hafta önce -ki bu zaferi iki hafta öncesinde de elde edebilirdik- Partimizin deneyimli bazı politikacıları, karşımıza bir sürü düşman dikildiğini kanıtlamaya çabalıyorlardı: savaşmasını bilen ve arzulayan junkerler, vurucu birlikler, kazaklar, garnizonun önemli bir kesimi, Petrograt’ı saran topçular, cepheden getirtilen birlikler. Oysa gerçekte karşımızda hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey yoktu. Bir an için ayaklanmaya karşı olanların Partide ve Merkez Komitesi’nde çoğunlukta olduklarını varsayalım, işte o zaman eğer Lenin Merkez Komitesi’ne karşı partiye çağrı yapmasaydı -ki Lenin bunu yapmaya hazırlanıyordu ve kesinlikle de başarılı bir şekilde bunu yapabilirdi- devrim yıkıma sürüklenirdi. Ama benzer durumla karşı karşıya kalan her partinin elinin altında bir Lenin bulunmaz. Eğer Merkez Komitesi’nde mücadeleden kaçma eğilimindekiler kazansaydı, tarihin nasıl yazılacağını tahmin etmek güç değil. Resmi tarihçiler durumu kuşkusuz Ekim 1917’de ayaklanmanın bir çılgınlık olduğunu kanıtlayacak şekilde aktaracaklardı: junkerlerin, kazakların, vurucu birliklerin sayısı hakkında okuyucuya mutlaka muhteşem istatistikler sunacaklardı. Ayaklanma sırasında denenmemiş bu güçler işte o zaman gerçekte olduklarından çok daha fazla korkutucu gözükeceklerdi. İşte her devrimcinin bilincine iyice kazınması gereken ders budur.
Lenin’in Eylül ve Ekim aylarında Merkez Komitesi üzerindeki zorlayıcı sürekli ve bıkmayan baskısı, ayaklanma zamanını geçirmemiz korkusundan kaynaklanıyordu. “Laf!” diyordu sağ kanat, “zaman geçtikçe etkinliğimiz artacaktır”. Kim haklıydı ve zamanı geçirmek ne anlama geliyordu? Burada devrimin yolları ve yöntemleri konusundaki aktif, stratejik, Bolşevik yaklaşımla, kadercilik dolu, Menşevik, sosyal-demokrat anlayışın en açık biçimde çatıştığı bir sorunu ele alıyoruz. Zamanı geçirmek ne demektir? Güçler ilişkisinin en çok bizden yana olduğu an elbette ki ayaklanma için en olumlu andır. Burada sözünü ettiğimiz şey tabii ki bilinç düzeyindeki, yani siyasi üst yapıdaki güç ilişkileridir yoksa hemen hemen tüm devrim dönemi için aşşağı yukarı süreklilik arzeden altyapı değildir söz konusu olan. Tek ve aynı bir ekonomik zeminde, aynı toplumsal sınıf ayrışması temelinde,güç ilişkileri temelinde, proleter kitlelerin haleti ruhiyesine göre, yanılsamalarının yok olması, siyasal deneyimlerinin birikimi, ara sınıf ve tabakaların devlet iktidarının kendisinin kendi kendine olan güveninin zayıflamasına bağlı olarak oynar. Devrim döneminde bu süreçler büyük bir hızla gelişir. Taktik sanatı işte bu koşullar bileşiminin bize en uygun olduğu anı yakalayabilmektir. Kornilov ayaklanması bu koşulları nihayi olarak hazırlamıştı. Kitleler kendi gözleri ile ‘karşı devrim tehlikesini görmüş ve sovyetlerdeki çoğunluk partilerine olan güvenlerini yitirmişlerdi. Artık duruma bir çözüm arama sırasının Bolseviklerde olduğu kanaatine varmışlardı. Ne devlet iktidarının çözülmesi ne de kitlelerin Bolşeviklere yönelttiği sabırsız ve titiz güvenin kendiliğinden akışı uzun süreli olamazdı; kriz ya şu, ya da bu biçimde çözülecekti. Ya şimdi, ya asla! diye tekrarlıyordu Lenin.
Sağ kanadın buna cevabı şöyleydi: “iktidarın proleter partisinin eline geçişi sorununu böyle koymak tarihi bir hatadır: Ya hemen, ya asla, hayır, proletaryanın partisi büyüyecek, sayısı giderek artan kitlelerin gözünde programı daha da anlaşılır hale gelecektir. İçinde bulunduğumuz koşullarda bu başarılar dizisi işte ancak ayaklanma inisiyatifi alarak baltalanabilir… Bu felaket politikasına karşı uyarıda bulunuyoruz.” (İçinde Bulunduğumuz Durum Üzerine)
Bu kaderci iyimserliği iyi incelemek gerek. Bu ulusal bir özellik olmadığı gibi, kişisel bir özellik de değildir. Daha geçen sene aynı eğilimi Almanya’da izledik. Özünde bu beklemeci, kaderciliğin altında yatan kararsızlık ve hatta eylem yapma yeteneksizliğidir. Fakat bunlar bir teselli mükafatının ardına gizlenmektedir: sözde gittikçe daha etkin hale geliyormuşuz, gücümüz gün geçtikçe artacakmış. Korkunç bir hata! Bir devrimci partinin gücü ancak bir ana kadar artar, daha sonra azalabilir: partinin pasifliği karşısında kitlelerin umudu hayal kırıklığına dönüşür ve bu sırada panikten kurtalan düşman bu hayal kırıklığını kedi lehine çevirir. Ekim 1923’de Almanya’da izlediğimiz işte bu tür bir dönüşümdü. Rusya’da bile 1917 sonbaharında bu türde bir dönüşümden çok da uzak değildik. Belki de birkaç hafta daha geçmesi beklenseydi bu gerçekleşebilirdi. Haklı olan Lenin idi: Ya şimdi, ya asla!
Ayaklanmaya karşı olanlar son ve en güçlü kozlarını oynayarak şunu diyorlardı: “Ama belirleyici sorun şudur: Başkentin asker ve işçilerinin zihniyeti, her ne pahasına olursa olsun arzuladıkları sokak kavgasından başka selamet görmeyecek bir raddeye mi varmıştır? Hayır, böyle bir anlayış yoktur… Başkentin fakir halk kitlelerinde eğer onları sokağa inmeye itecek derece savaşkan bir zihniyet var olsaydı, o zaman, inisyatifi onlar altıdı ve böylece Partimizin etkinliğinin zayıf olduğu, en önemli ve en büyük kitle örgütlerini de (demiryolları sendikası, posta telegraf sendikası vs.) peşlerinden sürüklerlerdi. Oysa böyle bir anlayış fabrikalarda ve kışlalarda dahi yoktur, bunun üzerine planlar inşa etmek bir aldatmacadır” (İçinde Bulunduğumuz Durum Üzerine)
Partiyi yöneten Alman yoldaşların da geçen seneki vuruşmasız ricatı aldatmak için, kitlelerin savaşmak istemediğini bahane ettikleri hatırlanırsa, 11 Ekim 1917’de yazılmış olan yukarıdaki satırlar olağanüstü bir güncellik kazanırlar. Ama şunu iyi anlamak gerekir ki muzaffer bir ayaklanma genellikle, kitleler akılsızca savaşa atmayacak kadar tecrübe sahibi olduklarında ve savaşkan, kararlı ve aktif bir yönetimi talep edip bekledikleri zaman en iyi şekilde güvenceye alınmıştır. Ekim 1917’de Nisan müdahalesi, Temmuz günleri ve Kornilov ayaklanmasından ders alan kitleler, en azından bunların seçkin tabakası, artık söz konusu olanın kendiliğinden pretostolar, keşif kolları değil iktidarı ele alacak kesin ayaklanma olduğunu anlamışlardı. Daha sonra artık içinde bulundukları zihniyet daha yoğun, daha eleştirel, daha düşünülmüş hale geldi. Güven ve yanılsama dolu bir kendiliğindencilikten daha eleştirel bir bilince geçiş, kaçınılmaz olarak bir devrimci durum yaratır, kitlelerin zihnindeki bu giderek artan kriz ancak ve ancak partinin doğru bir politika gütmesiyle aşılabilir, yani partinin proleter ayaklanmayı yönetme arzusuna ve yeteneğine gerçekten sahip olmasıyla. Aksine, yavaş yavaş proletaryayı uzlaşmacılardan koparmış ve bunun için uzun süre devrimci ajitasyon yapmış bir parti, kitlelerin güveni sayesinde olayların tepe noktasına ulaştığı halde tereddüt etmeye başlar, öküzün altında buzağı aramaya kalkışır, hık mık eder ve yan çizerse; kitlelerin eylemliliğini felç eder, kitlelerde hayal kırıklığına ve dağılmalara yol açarsa, devrimi kaybeder, ama buna karşın, yenilgiden sonra kitlelerin eylemliliğinin eksikliğini bahane etmenin yolunu açar. İçinde Bulunduğumuz Durum Üzerine mektubu örgütümüzü işte böyle bir yola sürüklüyordu. Allahtan, Parti Lenin’in önderliğinde yönetici kesim arasındaki bu zihniyeti kararlı bir şekilde tasfiye etti ve ancak böylece darbeyi muzaffer bir şekilde gerçekletirebildi.
Artık Ekim Devrimi’nin siyasi sorunlarının özünü nitelediğimize ve partimizdeki görüş ayrılıklarının esas nedenini açığa çıkarmaya çalıştığımıza göre geriye partide son belirleyici haftalarda gelişen mücadelenin en önemli anlarını kısaca incelememiz kalıyor.
Silahlı ayaklanmaya girişme kararı Merkez Komitesinin 10 Ekim tarihli toplantısında alındı, İçinde Bulunduğumuz Durum Üzerine mektubu Partinin belli başlı örgütlerine ayın 1 l’inde yollandı. Ayın 18’inde, yani tam bir hafta önce, Kamanev, Novaia Jizn’de bir mektup yayımladı. “Sadece Zinoviev ve ben değil” diyordu, “bir dizi yoldaş daha, şimdiki günler ilişkisi içinde şu anda sovyetler kongresinden bağımsız ve de kongreden birkaç gün önce bir silahlı ayaklanmaya başvurmanın kabul edilemeyecek bir eylem olacağı, ve gerek devrim gerekse de proletarya için ölümcül nitelikte olacağı kanaatindeler.” (Novaia Jizn, 18 Ekim 1917) 25 Ekim’de iktidar ele geçirilmiş ve sovyet hükümeti Saint-Petersburg’da kurullmuştu. 4 Kasım’da, Partinin önde gelen birçok militan soyyet partilerinden oluşmuş bir koalisyon hükümetinin oluşturulmasını şart koşarak Merkez Komitesinden ve Halk Komiserleri Konseyinden istifa ettiler. “Aksi takdirde siyasi terör uygulamasıyla ayakta duran saf bolşevik bir hükümete razı olmamız gerekecek,” diyorlardı; aynı sırada yazılan başka bir belgede ise: “Demokrasinin çeşitli franksiyonları arasında kan dökülmesine bir an önce son verilmesini isteyen proletaryanın ve askerlerin ezici çoğunluğunun iradesine karşı Merkez Komitesinin yürüttüğü bu ölümcül politikanın sorumluluğuna daha fazla ortak olamayız. Bu nedenle işçi ve asker kitlelere görüşlerimizi açıklıkla söyleyebilme ve onları “Yaşasın Sovyet Partileri Hükümeti! Bu zeminde derhal anlaşma!” çağrılarını desteklemeye çağırma hakkına sahip olabilmek için Merkez Komitesi üyeliğinden istifa ediyoruz.” (Ekim Harekatı, 1917 Devrimi Arşivleri)
Böylece, silahlı ayaklanmayı ve iktidarın ele alınmasını macera olarak görüp karşı çıkanlar ayaklanmanın zaferinden sonra da proletaryanın iktidarı ellerinden alıp kopardığı partilere iktidarın geri verilmesi için müdahale ediyorlardı. Peki ama Bolşevik Partisi ne diye iktidarı -çünkü gerçekten de söz konusu olan iktidarın geri verilmesiydi S-R’lere ve Menşeviklere iade edeceklermiş? Muhalefet üyelerinin buna cevabı şuydu: “İlerde doğabilecek kanlı olayları, bizleri tehdit eden açlığı, devrimin Kaledine taraftarlarınca ezilmesini önlemek için ve Kurucu Meclisin öngürülen tarihte toplanabilmesini sağlamak ve İşçi-Asker Temsilcileri Sovyetleri Rusya Kongresinin kararlaştırdığı barış programının gerçekten uygulanabilmesi için bu tür bir hükümetin oluşturulmasını gerekli görüyoruz.”
Başka bir tabirle, sovyetist zeminden burjuva parlamentarizmine giden bir yol aramaktı söz konusu olan. Devrim önparlamento yolundan geçmeyi reddedip yolunu Ekim üzerinden inşa etmeyi seçtiğine göre, muhalefete göre önümüzdeki görev de devrimi diktatörlükten kurtarıp onu S-R’lerin ve Menşeviklerin yardımıyla burjuva rejimine doğru yönlendirmek oluyordu. Söz konusu olan bal gibi Ekim Devriminin tasfiye edilmesiydi. Bu koşullarda elbett ki her hangi bir anlaşma kesinlikle söz konusu olamazdı.
Ertesi gün, 5 Kasım’da, aynı eğilimin yansıdığı başka bir mektup daha yayımlandı:
“Bazı marksistlerin her türlü sağduyuya ve koşullara rağmen, tüm sosyalist partilerle anlaşmayı bize zorlayıcı biçimde dayatan fiili durumu dikkate almayı reddettikleri bir anda, parti disiplini adına kişi kültüne kapılmanın, tüm sosyalist partilerle yapılacak olan bir anlaşmayı -ki bu anlaşma bizim temel taleplerimizi sağlamlatıracaktır- şu veya bu kişinin elleride hükümete katılıp katılmamasına bağımlı hale getirip bir an için olsun kan dökülmesinin uzamasını kabul edemem.” (İşçi Gazetesi, 5 Ekim l917)
Mektubun yazan Lozovky; “Bolşevik RSDiP’ inin işçi sınıfının marksist partisi olarak mı kalacağı, yoksa artık geri dönüşsüz bir biçimde devrimci-marksizmle hiçbir alakası olmayan bir yola mı sapacağı” konusunda karar vermek için bir Parti Kongresi toplanması mücadelesine girme gerekliliğini ilan ediyordu.
· Durum gerçekten de umutsuz gözükoyordu, partinin programını gerçekleştirmek amacıyla iktidarda kalma çabasını açıkça mahkum edenler sadece burjuvazi ve toprak sahipleri değil, sadece halen bir dizi örgütü (demiryolu işçileri Rusya komitesi, asker komiteleri, memurlar vs.) ellerinde tutan “devrimci demokrasi” değil ama aynı zamanda kendi partimizin en etkin bazı militanları, MK ye Halk Komiserleri Konseyi üyeleriydi. Yüzeysel bir değerlendirmeyle durum gerçekten de umutsuz gözükebilirdi. Muhaleletin taleplerini kabullenmek Ekim’i tasfiye etmek olurdu. Ama o zaman da devrimi yapmış olmanın da hiçbir anlamı kalmıyordu. Yapılacak tek bir şey kalmıştı: kitlelerin devrimci iradesine güvenerek yolumuzda ilerlemek. 7 Kasım’da Pravda Lenin tarafından kaleme alınan, devrimci coşku dolu, açık, basit, tartışma götürmez formüller ile Parti kitlesine hitap eden MK’sinin kesin tavır takınması bir açıklama yayımladı. Bu çağrı, partinin ve Merkez Komitesinin ileride izleyeceği politika üzerindeki tüm kuşkuları kesin olarak kaldırdı.
“Yazıklar olsun tüm inançsız insanlara, tereddüt edenlere, şüphe edenlere! Yazıklar olsun burjuvazinin veya ona doğrudan ya da dolaylı yardımcılık yapanların çığlıklarından ürkenlere! Petersburg’lu, Moskova’lı ve diğer işçi ve askerlerde tereddütün zerresi yoktur. Partimiz, sovyet iktidarını korumak ve başta işçiler ve yoksul köylüler olmak üzere tüm emekçilerin çıkarlarını korumak üzere tek bir vücut olarak kenetlenmiş bir şekilde dimdik ayaktadır” (Pravda, 20 Kasım 1917)
Partideki en keskin kriz böylece atlatılmıştı. Fakat iç mücadele sona ermiyordu. Aynı çizgi üzerinde sürüp gidiyordu. Buna karşın siyasi önemi gittikçe azalıyordu. Kurucu Meclisin toplanması ile ilgili olarak Partimizin Petrograd Komitesinin 12 Aralık tarihli toplantısına Ouristy’nin sunduğu raporda, bunun son dercede ilginç bir kanıtını bulabiliriz:
“Partimizdeki görüş ayrılıkları yeni değildir. Daha önce ayaklanma konusunda ortaya tartışmanın akışını izlemektedirler, şimde de bazı yoldaşlar Kurucu Meclis devrinin taçlandırılması gibi algılıyorlar. Küçük burjuva mantığıyla hareket ederek, incelikte ve nezakette kusur etmememizi talep ediyorlar vs. Kurucu Meclis üyesi Bolşeviklerin onun toplanmasını, güç ilişkilerini vs. denetlemesini istemiyorlar. Meseleye tamamen şekilci bir açıdan yaklaşıyorlar ve bu denetimin verileri sayesinde Kurucu Meclis etrafında nelerin olup bittiğini ,görebildiğimizi ve bu sayede ileride buna karşı tavrımızı saptamamızın kolaylaştığını anlamıyorlar… Biz şimdi proletaryanın ve yoksul köylülüğün çıkarları için mücadele ediyoruz; oysa bazı yoldaşlar. Kurucu meclisle son bulacak bir Burjuva Devrimi yaptığımız kanaatindedirler.
Kurucu meclisin dağıtılması Rusya’nın ve partimizin tarihinde önemli bir dönemin bitişini simgeler.Proleteryanın partisi, iç dirençleri aştıktan sonra sadece iktidarı ele geçirmekle kalmamış, onu korumasınıda bilmişti.
Ekim Dersleri 6: Leon Troçki (1924)
Yazının kaynağı: https://www.marxists.org/turkce/trocki/1924/eylul/ekim/6.htm