KANAL İSTANBUL, MONTRÖ VE ARDINDA GİZLENENLER!

KANAL İSTANBUL, MONTRÖ VE ARDINDA GİZLENENLER!

Kanal İstanbul, Montrö Antlaşması ve emekli amirallerin bildirisi üzerinden iç ve dış politikanın en kritik noktalarını içeren bir tartışma başladı. Emperyalist sistem içinde ABD-Çin rekabetinin giderek gerilimli bir hal alması ve özellikle Ukrayna sorunu üzerinden ABD-Rusya sürtüşmesinin büyümesi konuyu daha da hassas hale getiriyor. Sorunun odak noktasının, iktidarın boğazına kadar battığı iktisadi-mali-siyasi bataklıktan kurtulabilmek için, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin Batılı büyük güçleriyle arayı düzeltme çabası olduğuna dair yaygın bir kanı var. Bu genel olarak doğru. Ancak buradan birtakım otomatik sonuçlara varmamak gerekiyor.

Bu kanal neyin nesi?

Öncelikle neden-sonuç ilişkilerinin doğru kurulması gerekiyor. Mesela bazı “ulusalcı” iddiaların aksine, Montrö bir neden, Kanal İstanbul ise bir sonuç değil! Bu proje 2010’da, Batı ve Rusya ile bugünküne benzer durumların henüz yaşanmadığı bir dönemde “Çılgın Proje” adıyla ortaya atıldı. Proje, yavaş yavaş şekillenmeye başlayan “Yeni Türkiye”ye uygun “beton gibi” bir iktisadi altyapının çok önemli bir unsuru olarak düşünülmüştü.  Yeni siyasi şekillenmenin dayanacağı sınıf temelinin (sadık bir büyük sermaye kesimi) oluşturulması için gereken kaynakların temini açısından büyük önem taşıyan bu projenin daha fazla oy alabilmek için ortaya atılan, ancak bir süre sonra unutulacak bir “seçim vaadi” olmadığı giderek anlaşıldı. Belli ki bu proje, rejim açısından, gerçekleştirilen diğer bazı büyük inşaat-altyapı projeleri gibi kendi “ölümsüzlük” arzusunun, yani hiç gitmeme- kazık çakma arzusunun da bir işareti. Ülkenin iktisadi ve mali açıdan berbat bir döneminde proje üzerinde bu kadar ısrar edilmesi bu nedenle boşa değil. RTE’nin bu projeyi rejim açısından giderek bir ölüm-kalım meselesi olarak algılamaya başladığı her geçen gün biraz daha anlaşılıyor; yani bu konuda şakası yok!

Ya Montrö?

Kanal- Montrö ilişkisine gelince. Projenin Montrö Antlaşması ile ilgili yönünün, daha en baştan düşünülmemiş olma ihtimali zayıf. Bu projenin ilk andan itibaren, kapitalizmin yeniden bunalıma girdiği bir dönemde dünya ekonomisi ve siyaseti içinde kendine daha yukarılarda bir yer arayan Türkiye’nin (yani Türkiye mali sermayesinin ve devletin) geleceğine, pazarlık gücüne, bölgesel hedeflerine, uluslararası güç dengeleri içindeki yerine ilişkin bazı hesaplamaları da içerdiğini tahmin edebiliriz. Ancak bu hesapların daha o zamandan tam olarak bugünkü durumu öngörebilmiş olma ihtimali pek yok. Bizce bu boyut, İktidarın bütün politikaları gibi kendi iç çelişkileri üzerinden ve zamanla şekillenen araçsal bir nitelik taşıyor.  Bu nedenle Montrö Antlaşması’nın feshedilmesi konusu, (ortaya çıkabilecek yeni durumları ve bazı “çılgınlık” ihtimallerini de akıldan çıkarmadan) en azından bugünkü koşullarda, daha çok rejimin kaderiyle ilgili bir şantaj ve pazarlık aracı olarak ortaya çıkıyor. Rusya ile giderek daha fazla sürtüşürken,  ABD ile yakınlaşmaya çalışan Saray rejiminin, bir yandan ortada böyle bir sorun yokmuş gibi yaparken, öte yandan bir takım “dokunmalarla” gündemde tutmasının nedeni bu! Konu Suriye, Libya, Azerbaycan ve bugün de Ukrayna’da yaşananlarla ilgili bir “dış politika” sorunu olarak görülse de temelde rejimin ayakta tutulması çabalarının bir yansıması.

Elbette, RTE’nin “daha iyisi yapılana kadar” (yani şimdilik) kaydıyla kabullendiğini belirttiği Montrö’den Rusya ile aranın açılması veya ABD ile yakınlaşma gerekçeleriyle vazgeçmek o kadar kolay değil. Bir kere bu antlaşma Rusya açısından, hiç “şaka” kaldırmayacak ölçüde hayati bir öneme sahip. Bu bakımdan Boğazların “by pass” edilmesi bu konudaki yükümlülüklerden kolayca sıyrılma imkânı sağlamıyor. Bunun esas nedeni, tarihsel bir geçmişe sahip olan “Boğazlar meselesi” ve Boğazların stratejik konumu. Rusya için son üç yüz yıl boyunca ekonomik anlamda bir “nefes borusu”, siyasi anlamda ise tam manasıyla bir “milli güvenlik” konusu olarak kabul edilen ve bu nedenle pek çok Osmanlı- Rus savaşına yol açan İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının kontrol ve statüsü sorunu, Türkiye ve Rusya açısından esas olarak Montrö Antlaşması’yla son bulmuştu. Böylece Türkiye Boğazlar üzerinde güçlü bir egemenlik sağlarken Rusya da büyük oranda “huzur bulmuştur!” Bu “huzurun” bozulması, öngörülebilir bir süre içinde Türkiye ile Rusya arasında doğrudan bir savaşa olmasa bile, çok ciddi sorunlara yol açacaktır. Sorunun tarihsel geçmişi de hesaba katıldığında Kanal İstanbul projesinin ekonomik ve ekolojik bir “çılgınlık” olmasının ötesinde, Montrö konusunu gerçekte zorlaması halinde bir noktadan sonra “politik çılgınlığa dönüşme ihtimali de vardır.

.

Kanal’ın rejim için bir ölüm-kalım projesine dönüşmesi!

Dolayısıyla rejimin emperyalizmin Batılı büyük güçleriyle eski mutlu günlere dönme amacıyla Boğazlar ve Karadeniz konusunda bazı tehlikeli ve hileli yollara başvurma ihtimali olsa da, var olan uluslararası -bölgesel koşullarda Montrö’yü feshetme ihtimali yoktur. Yukarıda da belirttiğimiz üzere sorun uluslararası planda bugün için rejimin bekasıyla ilgili bir şantaj ve pazarlık konusu olarak ortaya çıkmaktadır. Rejimin Kanal İstanbul konusundaki esas derdinin,  “kalıcılığını” sağlayacağını düşündüğü ekonomik temellerin güçlendirilmesi ve bunun için gerekli yabancı sermayenin temin edilmesi olduğu ortadadır. Bir yandan emperyalist sistemin Batı kanadıyla, ABD ve AB ile yeniden yakınlaşmaya çalışırken öte yandan yükselen bir emperyalist güç olması nedeniyle ABD’nin asıl rakip olarak ilan ettiği Çin büyük sermayesiyle yakın ilişkilere girmesi bunu göstermektedir. Kanal projesinin rejim açısından giderek bir “ölüm kalım” sorununa dönüşmeye başlaması “emperyalizme hizmet aşkından” değil, kendi hayatta kalma amacından kaynaklanmaktadır.

İç güçler, dış güçler; emekli amirallerin asıl derdi; yaşasın sınıf kardeşliği!

Önce emekli büyükelçilerin, sonra da emekli amirallerin, (ve emekli vekillerin) Montrö konusundaki çıkışları, kestirme bir yaklaşımla “NATO’cu-Avrasyacı” çatışması olarak ele alınamaz. Sorun ABD ile Rusya’nın “vekil güçleri” arasındaki bir “vekâlet savaşı” falan da değildir. Konu birtakım dış boyutları ve “bağlantıları” üzerinden düşünülse bile en fazla, içeride “Türkiye’nin geleceği” için mücadele eden birtakım güçlerin bir dış destek ve ittifak arayışı olarak ele alınabilir.  İçerideki bir iktidar mücadelesinin taraflarının dışarıdan destek araması, en azından “dış güçler” tarafından kabul edilebilir bir alternatif olarak görülme isteği ile doğrudan “dış güçlerin adamı” veya “maşası” olması arasında fark vardır.

Bu mücadelenin esas olarak bir iç mücadele olması önemini hiçbir biçimde azaltmaz! Ortada uluslararası boyutları ve dışa dönük yönleri de olan bir rejim sorunu vardır. Çeşitli iç güçler, mevcut uluslararası koşullarda, muhtemelen, amaçları uyuştuğu ölçüde, bazı “dış güçlerin” de desteğini, hiç olmazsa olurunu veya “hayırhah” bir yaklaşımını da arayarak (elbette, günü geldiğinde karşılığını vermek koşuluyla) bu süreçten en kazançlı biçimde çıkmayı amaçlamaktadır. Ancak emekli amirallerin belki bazı istisnalar dışında “Avrasyacılık, eksen değiştirme” vb. maceralara hevesli oldukları söylenemez. Sorun daha çok, bölgede ABD (ve Batı) ile Kürtlerin devre dışı bırakılmasını da içeren, daha ayrıcalıklı ve avantajlı ilişkilerin kurulması ve Türkiye’ye kendi burjuvazisi lehine daha geniş bir hareket serbestisi ve ekonomik-siyasi payını artırma imkânı sağlanması talebiyle ilgilidir. Bu koşulların bir ölçüde gerçekleşmesi halinde paşalarınızın emperyalizmin Batı kanadı ve NATO ile herhangi bir ciddi sorunlarının kalacağını düşünmüyoruz.

Sorunun, AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana adım adım belirginleşen özellikle de 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yeni bir evreye sıçrayan ordu içi bir boyutu da var. Bu boyut, ordunun yeniden şekillendirilmesi sürecinde ortaya çıkan ilişkiler, gruplaşmalar, tasfiyeler, ayak oyunları biçiminde kendini ortaya koyuyor ve elbette kendine has dinamiklere sahip. Ayrıca Türkiye dış politikasının militarist ve yayılmacı niteliği ve bunun emperyalist sistemin büyük güçleriyle ilişkilerde yol açtığı etkiler düşünüldüğünde işin ucunun, doğası gereği ordu içindeki farklı kesimlere  değmemesi, bunların geleceğini etkilememesi düşünülemez; yani konunun “mesleki” bir boyutu da var.  Ancak ideolojik ifadeleri farklılaşsa da asıl sorunun politik olduğu çok açık. Montrö ve laiklik gerekçeli son çıkış, eğer “saf  bir vatanseverliğin kendiliğinden sonucu” değilse, rejimin gidişatı ve giderek yönetemez hale gelmesiyle ilgili bir politik durumun uç vermesi anlamına geliyor. Böylesine çıkışlar, genelde temel sınıfsal, politik ve kurumsal güçlerin tepkilerini ortaya koyma kanalıdır. Adettendir, bu tür güçler dertlerini ve uyarılarını bazı kritik durumlarda önce “genç subayların” veya “etkili emeklilerin” ağzından dile getirirler. Buna bir tür ön uyarı, yoklama veya “keşif harekâtı” da denilebilir. İktidarı endişelendiren asıl sorun da budur.

Hangi semboller üzerinden çatışırlarsa çatışsınlar, öne çıkan bu güçler arasında nihayetinde derin bir sınıfsal ortaklık vardır! Hepsi kapitalist düzenin militan savunucularıdır.  Şu anda bir sürtüşmeye girmiş olmaları kimseyi yanıltmasın. Aralarında, bölgesel yayılmacılık ve militarist dış politika (Mavi Vatan vs.), özellikle de Kürtlere hiçbir yerde göz açtırmama konusunda fikir birliği ve uzun süredir devam eden yakın ilişkiler vardır.  Tarafların asıl ve müşterek hizmet alanlarının Türkiye mali sermayesinin içerideki ve dışarıdaki âli menfaatları olduğu düşünüldüğünde aralarındaki mücadelenin gerçek sınırları ve mahiyeti de anlaşılır. Bu sınıfsal ortaklığın bir diğer yönü de işçi sınıfına ve onun toplumsal kurtuluş mücadelesine karşı duydukları derin düşmanlıktır…

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında