Yazan: Hakkı Yükselen
“Irak’ın kuzeyinde yürütülen Pençe-Kilit operasyonunda dualarımız kahraman ordumuzla birlikte… Allah bu mübarek ayda Mehmetçiğimizin ayağına taş değdirmesin.”
Kemal Kılıçdaroğlu, Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı
Bilindiği üzere dış politika, iç politikanın devamıdır ama aralarında yine de bir mesafe vardır. Ancak bu mesafe hiçbir zaman Saray rejimi döneminde olduğu kadar kapanmamıştır. Bu nedenle, Irak Kürdistanı topraklarında başlatılan son sınır ötesi harekâtı, iktidarın “seçim kampanyası” kapsamında ele alabiliriz. Tabii, basitleştirmeden. Çünkü sorun çok daha büyüktür ve önümüzde “normalin” hayli ötesinde, rejimin ve değdiği her şeyin kaderini belirleyecek bir seçim süreci vardır. İki olgu arasındaki bu yakın ilişki, rejimin, ayakta kalma çabalarının askeri boyutunu derinleştireceğini ve seçimlerin iyice militarize edilmiş anti-demokratik bir ortamda gerçekleştirileceğini işaret etmektedir.
ABD ve Rusya’nın Ukrayna kaynaklı “meşguliyetleri” ve bu bağlamda geçmişteki “jeopolitik saltanatına” yeniden kavuşmak isteyen Türkiye’nin halihazırdaki avantajları, Saray rejimine sınırlarının ötesinde daha kapsamlı ve engelsiz hamleler yapma imkânı sunuyor. Malum, şu sıralarda Türkiye, her iki taraf için de en azından “hoş tutulması” gereken bir “dost ve müttefik!”
Ancak son askeri harekât, içeride işleri yoluna koymuş bir iktidarın, yakaladığı fırsatları kullanarak dışarıdaki işleri de halletme çabası olarak görülemez. Aksine rejim, dış politika planında ortaya çıkan fırsatlardan istifade ederek iç politikada epeyce ağırlaşmış, yer yer çıkmaza girmiş sorunlarını çözmeye çalışıyor. Bunu da her zaman olduğu gibi, bütün bölgeye yayılmış olan “Kürt ulusal sorunu” üzerinden ve Kürtleri ezerek yapmak istiyor.
Bir “İsviçre Çakısı” Olarak Kürt Sorunu!
Malum, Kürt sorunu hem iç politikada hem de dış politikada çok uzun yıllardır burjuva devlet açısından bir nevi “İsviçre çakısı” işlevini görüyor! Bu sorun, dışarıda büyük devletler ve irili ufaklı bölge güçleriyle ilişkilerden, içeride toplumsal denetim ve siyasi çatışmalara kadar uzanan geniş bir alanda son derece faydalı ve çok yönlü bir “araç” olarak kullanılıyor. Sorunun egemenler marifetiyle çözümsüz bir hale getirilmesinin, hatta bir “beka” sorunu olarak gösterilmesinin çok önemli bir nedeni de bu.
Şimdi yine aynı araç devrede. Ekonomik sorunlar tartışılırken dahi konunun rejim sözcüleri tarafından “ezan susmaz, bayrak inmez, vatan bölünmez!” noktasına getirilmesi boşuna değil. Sistematik devlet politikaları vasıtasıyla toplumun geniş kesimlerinin gözünde bir “terör sorununa” indirgenmiş Kürt ulusal sorunu öncelikle, boğazına kadar milliyetçiliğe batmış burjuva muhalefetin hizaya getirilmesinde, en azından “nötrleştirilmesinde” çok faydalı bir araç. Muhalefet bu yolla kolaylıkla eli kolu bağlanıp istenilen yere sürüklenebiliyor; rejimin “dış politika” görünümlü iç politikasına yedeklenebiliyor. Ayrıca, bu etkili taktik rejime Türkiye siyasetinde kilit bir konum kazanmış olan Kürt siyasetini (şimdi HDP) kuşatma altına alıp görece tecrit etme, etkisizleştirme ve de geniş kesimlerin gözünde “tescilli” bir “iç düşmana” dönüştürme imkânı da veriyor. Böylece zaten derin bir “Kürt fobisinden” mustarip burjuva muhalefetin HDP ile bırakın ittifakı, “aynı kaldırımda yürümekten” bile kaçınması, zorunda kaldığında ise son derece utangaç ve mesafeli ilişkiler kurması sağlanmış oluyor.
Bu şoven milliyetçi politikanın en önemli yararlarından biri de sadece Kürt halkının ve Kürt siyasi hareketinin değil, muhaliflik derecesine göre bütün toplumun terörize edilip, baskı altına alınması. Örneğin, bu savaşçı politikaya, önümüzdeki seçim sürecinde 2015’teki iki seçim arası dönemde yaşanana benzer bir terör kampanyasının eşlik etmesi halinde -ki, bu yönde işaretler var- neler olabileceğini şimdiden tahmin edebiliriz.
Kürtler üzerinden kurulan bu dış ve iç politika bağlantısının rejim açısından muhtemel bir başka faydası da uygun fırsatların yakalanması halinde birtakım toprak işgal ve ilhakları yoluyla RTE’ye “fatih” unvanı kazandırmak olabilir! Böyle bir “milli başarının” iç politikada doğrudan sonuçlar vermesi kaçınılmazdır.
“Eski Mutlu Günlere” Dönüş İsteği ve Çok Şeylere Gebe Bir Seçim Süreci
Her şey elbette bu kadarla sınırlı değil. Rejim, eski “Osmanlı coğrafyası” dahilindeki genişleme çabalarıyla, özellikle de Ukrayna savaşının yol açtığı avantajlı koşullarda, büyük güçler arasındaki boşlukları kullanarak sürdürdüğü (çoğu zaman “tehdit ve şantaja” dayalı) dış politikasını çok daha verimli/kârlı hale getirmenin hesaplarını yapmaktadır. Bunu başardığı ölçüde rejimin Batılı emperyalist güç odaklarıyla ve çeşitli bölge ülkeleriyle uzun süredir kötü giden ilişkilerini düzeltmesi, sistemle askeri ve politik olarak daha uyumlu bir ilişki kurması hatta onun bölgedeki “mutemet” rolünü yeniden kapması ve bu sayede elinin iyice daraldığı bir dönemde şiddetle ihtiyaç duyduğu geniş ekonomik-mali kaynaklara ulaşması mümkün olabilir. Rejimin, son on yıl boyunca teker teker bozduğu dış ilişkileri bir süredir yine teker teker düzeltmeye çalışmasının başlıca nedeni budur. Üstelik Türkiye’nin, zaten Ukrayna savaşıyla birlikte oluşmaya başlaması beklenen yeni bir uluslararası şekillenmede -ki bu, aynı zamanda emperyalist sistem içinde bir güç ve hegemonya mücadelesi anlamına gelecektir- konumunu seçme zorunluluğu ile de karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. Bütün bunlar, rejimin ömrü, geleceği ve niyetleri açısından büyük önem taşımaktadır. Her şey, arkasının da gelmesi muhtemel olan bir sınır ötesi harekâtla başlatılan seçim sürecinin, alışılmışın çok daha ötesinde “bir şeylere” gebe olduğunu göstermektedir.
Kısacası son Kuzey Irak harekâtına bu yönleriyle de bakmakta fayda var. Tekrar edelim, asıl sorun rejimin kaderiyle ilgilidir ve başta ana muhalefet CHP olmak üzere milliyetçi burjuva muhalefetinin “tarihsel” çıkmazı da budur.