Hakkı Yükselen
…Böyle durumlarda otokratik rejimleri, hak ve özgürlükleri hedef alan şiddet politikalarından, kışkırtma ve maceralardan vazgeçirebilecek güçte kitlesel, demokratik ve caydırıcı bir muhalefetin varlığı çok önemlidir. Provokasyonun en etkili ilacı her zaman işçi ve emekçilerin kahir ekseriyetini oluşturduğu devasa bir kitlesellik, sağlam ve bağımsız bir örgütlülüktür. Bilinçli ve örgütlü kitleler kendilerini provokasyonlara karşı yine kendilerine has yöntemlerle savunabilirler. Bu aynı zamanda “o çok özlenen “demokrasinin” yönünü ve sınıfsal karakterini de belirleyecek olan başat unsurdur.….
Rejimin ve ülkenin geleceği açısından kritik öneme sahip bir seçim sürecinde olabileceklere dair pek çok şey söyledik. Afaki iddialardan uzak durmaya ve epeyce öncesinden başlayarak tarihsel tecrübe ve olabildiğince somut veriler üzerinden tahminlerde bulunmaya, sonuçlara ulaşmaya çalıştık. Artık finale yaklaşıyoruz! Bunu Saray rejimin önde gelen şahsiyetlerinin bazı çok hassas konularda “coşup taşmasından” da anlayabiliriz. Bu nedenle nicel birikimlerinin belirli bir noktasında olayların bir nitelik sıçramasıyla öncekilerden çok daha farklı bir hal alabileceği, çok yönlü bir krizin de etkisiyle giderek artan basıncın fay hatlarında şiddetli bir kırılmaya yol açabileceği ihtimalini gözden kaçırmamak gerekiyor. Burjuva muhalefet liderlerinin son günlerde dile getirdikleri ve çok büyük bir ihtimalle somut veri ve bilgilere dayanan provokasyon uyarılarını bu bağlamda ele almakta yarar var.
Beklenen Provokasyon ve “Sokaktan” uzak Durma Çağrıları
Ortada gerçekten endişe verici bir durumun olduğu belli. Aksi halde çoğu zaman, rejim çevrelerinin “kan damlayan” tehditleri karşısında bizleri sakinleştirmeye çalışan, “korkmamamız halinde korkulacak bir şeyin olmadığı” konusunda “garantiler” veren burjuva muhalefetin ağzından birtakım provokasyon hazırlıklarınadair bu denli açık ifadeler duymazdık! Anlaşılan, sorun burjuva muhalefetin, muhalif kitlelere sıklıkla telkin ettiği üzere esas itibariyle “psikolojik” falan değil!
Gelinen noktada asıl sorun, rejimin artık iyice aleniyet kazanmış olan tehditlerinin son derece doğrudan, somut, maddi ve yakın tehlikeleri işaret ediyor oluşu. Bu durum elbette bunlarla mücadele konusunu da acil bir gündem haline getiriyor. 2015’te 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşananlar bir yana, önce Sedat Peker’in geçmişte kendisinin de dahil olduğunu söylediği “kanlı” bir organizasyonun hazırlıklarına dair altını çize çize yaptığı açıklamaların, bazı silahlı rejim militanlarının “ağızlarından kaçırdığı” gelecek planlarının , son olarak da Saadet Partisi Genel Başkanı Karamollaoğlu’nun cami cemaatlerine yönelik provokasyon uyarılarının ve Kılıçdaroğlu’nun önümüzdeki aylarda provokasyonlara maruz kalacağımıza ilişkin sözlerinin “Psikolojimizi bozmak için söylüyorlar” veya “Yok ya, cesaret edemezler, yapamazlar!” gevşekliğiyle geçiştirilemeyeceği çok açık. Çoğu kaynağı belli provokasyonların kol gezmeye başladığı dönemlerde güçlü tedbirler almak yerine kitleleri “Aman provokasyona gelmeyin!” diyerek “sokaktan” (yani eylemden) uzakta tutma çağrıları, onların anayasal protesto haklarının rejime teslim edilmesi ve kitlesel bir muhalefetin caydırıcı gücünü kullanmaktan kendiliğinden vazgeçilmesi anlamına gelir ki, böyle bir durumda provokasyonun “şuyuu” (söylentisi) vukuundan (gerçekleşmesinden) daha beter sonuçlar verir!
İnanç Temelli Hakaret, Dinci Ajitasyon…
Tekrar edelim, seçimlere doğru giderek derinleşen bazı endişeler boşlukta oluşmamaktadır. Son zamanlarda en tepelerden başlayarak rejim çevrelerinin, din ve inanç gibi, Türkiye için özellikle tehlikeli bir alana, alışılmışın ötesinde bir sertlikle girmeye başladıkları görülüyor. “Devlet büyüklerimiz” aleni bir kışkırtma faaliyeti içindeler. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İçişleri Bakanı Soylu tarafından son zamanlarda dozu giderek artırılan inanç temelli hakaretlerin, nüfusun bir süredir artık “milletten” sayılmayan bölümünü hedef alan ve “Geziciler cami yaktılar” vb. iddialarla iyice köpürtülen dinci ajitasyonun, daha alt düzeyde, bir kısım imamların ölüm ve linç tehditlerinin, cami cemaatlerine yönelik bir dizi provokasyonla kesişmesi halinde ne tür sonuçlar verebileceği biliniyor. Tarihimiz bunların örnekleriyle doludur. O nedenle bu söylemi, var olan siyasal- toplumsal koşullar ve içerdiği tehlikeler itibariyle Türkiye sağının geleneksel “din istismarıyla”, seçim dönemlerinin alışılmış sert söylemleriyle, hatta RTE’nin mutat “kutuplaştırma” siyasetiyle sınırlı göremeyiz. Yaratılmak istenen durum, nitelik olarak, çok uzak olmayan geçmişimizde de pek çok örneğini yaşadıklarımıza benzemektedir. Geçmişte de pek çok defa yaşanan bu tür provokasyonlar hemen her defasında “Camiyi bombaladılar!”, “Kuranı Kerimi yırttılar!” vb yalanlar eşliğinde ve “derin devlet” mensupları eliyle yürütülmüştür.
Bu çapta provokasyonlar, genelde, rejimleri de “sallayan” ağı kriz süreçlerinde, toplumsal gerilimlerin ve sınıf mücadelelerinin şiddetlendiği, devlet ve rejim içi çatışmaların alevlendiği ve işlerin hızla uç noktalara doğru yol almaya başladığı dönemlerde ortaya çıkar.
Provokatörü Caydırmak Böyle durumlarda otokratik rejimleri, hak ve özgürlükleri hedef alan şiddet politikalarından, kışkırtma ve maceralardan vazgeçirebilecek güçte kitlesel, demokratik ve caydırıcı bir muhalefetin varlığı çok önemlidir. Provokasyonun en etkili ilacı her zaman işçi ve emekçilerin kahir ekseriyetini oluşturduğu devasa bir kitlesellik, sağlam ve bağımsız bir örgütlülüktür. Bilinçli ve örgütlü kitleler kendilerini provokasyonlara karşı yine kendilerine has yöntemlerle savunabilirler. Bu aynı zamanda “o çok özlenen “demokrasinin” yönünü ve sınıfsal karakterini de belirleyecek olan başat unsurdur. Burjuva muhalefetini temkinli davranmaya iten gerçek neden, bir dizi provokasyon ihtimalinin ötesinde işin rengini değiştirebilecek böyle bir işçi -emekçi muhalefetinin siyaset arenasına girip kendi gerçek taleplerini seslendirmeye başlamasıdır.