GEZİ DAVASININ İŞARET ETTİKLERİ

<strong>GEZİ DAVASININ İŞARET ETTİKLERİ</strong>

Hakkı Yükselen

Önce Nisan 2014 tarihli “Bir İç Savaş Rejimine Doğru” başlıklı yazımdan bir bölüm:

“Başbakan’ın Gezi Dönemeci…

Şimdiki Başbakanın talihinin dönüm noktası ise bu son seçimler değil, bütün bir 2013 yazı boyunca sürüp giden Gezi olaylarıdır. Gezi, Başbakan’ın, tabiri caizse ‘şakülünü kaydıran’ dönemeçtir. Artık her şeyi denetlediğini, belki de sonsuz ve sorunsuz iktidarını müjdeleyen ilahi mesajın geldiğini bile düşündüğü bir noktada yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve manevi yıkım nedeniyle siyasi aklını kaybetmiş ve içgüdüleriyle davranmaya başlamıştır. (Bunu İslami ‘fabrika ayarlarına’ dönüş olarak tanımlayanlar da var!) Başbakan’ın denge kaybına uğramasına yol açan önemli bir neden, Gezi’nin, bir başkanlık rejiminin Türkiye’de nelere yol açabileceğini de ortaya koyarak, Başbakan’ın ‘Türkiye usulü başkanlık’ planlarını altüst etmesidir. Bunun sıradan bir durum olmadığı açık. ‘Başkanlık sistemi’ Türkiye’de sağın hegemonik, ebedi ve otoriter iktidarının Erdoğan eliyle inşa edilmesi anlamına geliyordu; yani sadece Başbakan’ın kişisel ve denetlenemez iktidarıyla sınırlı kalmayan ‘tarihsel’ bir adım olacaktı. Bu nedenle Gezi’nin Başbakan’ın ruhunda yol açtığı yıkım ve öfke zannedildiğinden daha büyüktür…”

O zamanın Başbakanı, şimdinin Cumhurbaşkanı, başkanlık rejimini kurmayı başarsa da “darbe” olarak suçladığı Gezi’yi ve “darbeci” olarak ilan ettiği Gezicileri asla unutmadı. Katılanların zihninde bile giderek uzak bir anıya dönüşen Gezi, Cumhurbaşkanı için sonsuz bir endişe, suçlama, kin ve intikam konusu olarak varlığını en canlı biçimiyle sürdürdü.

Fıtratı Böyle…!

Gezi sanıklarının ağır hapis cezaları istinaf mahkemesi tarafından onaylandı. “Bunlardan her şey beklenir, mutlaka onaylarlar!”  diyenler olsa da, hemen her zaman olduğu gibi “bu kadarı” yine de beklenmiyordu!  Bizim  “Yeni Bonapartist” rejimin böyle bir “hoşluğu” var! Bir yandan, tasarladığı hemen her kötülüğü er veya geç yaparken, öbür yandan çoğunluğun zihninde “Bu defa bu kadarına cesaret edemezler!” duygusunun da devamını sağlıyor! Bu, rejimin kendine has niteliğinden kaynaklanan bir durum. Mesela rejim seçim yapmak zorunda, ama bu seçimleri kazanabilmek için de “her şeyi” yapıyor. Elbette henüz “açık oy, kapalı sayım” aşamasında değiliz, ancak “kapalı oy, açık sayım” ilkesini “etkisiz hale getirecek” yasal, yarı yasal veya yasadışı her yola başvuruluyor. İktidar, önceki “dümenlerini” saymazsak 2015’ten bu yana kazandığı bütün seçimleri büyük oranda “hile hurda” ile kazandı. En azından seçimleri doğru düzgün yapmakla övünen bu memleket, yasayla belirlenen kuralların seçimler esnasında değiştirildiğini bile gördü. (Bak: Mühürsüz zarflar olayı)

Sorun sadece seçimler esnasında ve sandıklar açıldıktan hemen sonra yapılanlarla sınırlı değil.  Rejim seçim sonuçlarını kendisi açısından garanti altına alabilecek malûm icraatını seçimlerden epeyce önce uygulamaya başlıyor.  Tekrar edelim, bunlar zaten rejimin niteliğini ortaya koyan, onun “fıtratından” kaynaklanan yöntemler. Yani sadece “faullü” birer seçim taktiği olarak görülmeleri mümkün değil; stratejik bir mantıkları, süreklilikleri, organik bir bütünlükleri var.

Aydınlatıcı Gelişmeler…!

Gezi Davası sanıklarının ağır hapis cezalarına çarptırılması ve bu cezaların istinaf mahkemesince onanması, yukarıda anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere adli bir hatanın değil, rejimin doğasının bir sonucu. Bunu herkes biliyor. Buna rejimin, seçim süreciyle sınırlı olmayan, yasal veya yasadışı zora dayalı, artık neredeyse “vaka-i âdiyeye” dönüşmüş daha pek çok icraatını ekleyebiliriz.

Rejim tarafından özel olarak şekillendirilmiş bir yargı düzeni tarafından Osman Kavala’nın akıllara ziyan suçlamalarla ağırlaştırılmış müebbete ve diğerlerinin de ağır hapis cezalarına çarptırılmaları, iktidarın neleri yapıp yapamayacağının da “sınırlarını” gösteriyor. Sürecin, İmamoğlu’nun görevden alınması ve HDP’nin kapatılmasıyla ileri aşamalara ulaşması, rejimin hedefleri ve cüreti açısından daha da “aydınlatıcı” olacaktır. (Tabii, henüz yeterince “aydınlanmayan” varsa!) Uygulanan yöntemler, rejimin varlığını sürdürmesi halinde bizleri nelerin beklediği konusuna da ışık tutmaktadır. Bu nedenle, her ne olursa olsun bunun hesabının seçimlerde nasılsa sorulacağı veya bu ekonomik koşullarda iktidarın seçim kazanmasının mümkün olamayacağı inancına (veya avuntusuna) sığınmak yerine, rejimin sistematik kötülüklerine en kitlesel biçimlerde karşı durmanın yolları aranmalıdır. Rejim, cesaret edebileceklerinin sınırlarına dair “tereddütler” veya “iyimserlikler” (ve elbette korkular) sayesinde bugüne kadar pek çok şey yapabilmiştir. Bundan sonra da yapacaktır. Ancak gelinen kritik noktada sürecin belirli bir eşiği aşıp bir nitelik değişikliğine uğraması, yani rejimin bir iç dönüşüm yoluyla “daha beter bir şeye” evrilmesi ihtimali unutulmamalıdır. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesi aynı zamanda  “bildiğimiz seçimlerin” de sonu anlamına gelecektir. Gezi ve benzeri davalar (Kobani, Demirtaş, İmamoğlu…) rejimin her şeye rağmen henüz “azar azar koparma” dönemine ait işler gibi görünseler de gelecekteki muhtemel bir “büyük terör” döneminin kitlesel tutuklama ve cezalandırmalarının da habercisidir.

Kısacası Gezi Davası sonuçları ve “iltisaklarıyla” sıradan bir kötülüğün çok ötesinde son derece tehlikeli birtakım durumlara işaret etmektedir…

Yazar Hakkında