100. YILINDA TARTIŞILIR DURUMA DÜŞEN CUMHURİYET…

100. YILINDA TARTIŞILIR DURUMA DÜŞEN CUMHURİYET…

HAKKI YÜKSELEN

Sonunda tartışılır bir duruma düşebileceği kimsenin aklı gelmezdi, ama o da oldu. “Cumhuriyet”ten söz ediyorum.  Öyle ki, artık var olup olmadığı bile tartışılır hale geldi; RTE’nin deyişiyle, nereden nereye…!

En azından “bildiğimiz cumhuriyetin sonu” da denilebilir. Nitekim iktidar çevrelerinden, “Artık eskisi gibi olmayacak, o bir parantezdi, kapatıyoruz, yenisine alışın, asıl cumhuriyetçi biziz!” mealinden açıklamalar geliyor sık sık. Cumhuriyetçi –ulusalcı muhalefet saflarında ise, ciddi bir moral bozukluğu ve yenilmişlik duygusu eşliğinde, kabaca “Artık bitti!” diyenlerle “Kurtarılabilecek bir şeyler kaldı!” diyenlerin iç tartışmalarına şahit oluyoruz…

Sorun elbette çok ciddi. Her şeyden önce bir rejim değişikliği yaşandı ve cumhuriyet bir zamanlar yeminli düşmanlarının dahi aklına gelmeyecek biçimde  “başka türlü bir cumhuriyete” dönüşme sürecine girdi. Tabii, sosyo-ekonomik altyapısı, sosyal-sınıfsal temelleri açısından değil, o yönüyle, zaman zaman yaşadığı krizleri, bunalımları saymazsak, maşallah taş gibi! Büyük sermaye, emekçi halkın tepesindeki “tartışmasız”  egemenliğini sürdürüyor. Değişim esas olarak cumhuriyetin siyasal, ideolojik-kültürel üstyapısıyla ilgili. Yani bu da her yeni rejim gibi davranıyor: Ekonomik açıdan, yine kapitalizmin sınırları içinde, rejime ekonomik-toplumsal destek oluşturmaya ve yeni “rejim zenginleri” yaratmaya matuf girişimlerde bulunsa da, asıl değişimi üstyapı alanında gerçekleştiriyor. (Bu elbette küçümsenecek bir şey değil; ülkeyi bunlar gittikten sonra da etkilemeye devam edecek.) Cumhuriyete ilişkin “bitti mi-kaldı mı?” tartışmaları, tartışmaya dahil olanların bilincinden bağımsız olarak, yani nesnel planda bu gerçeklik zemininde yaşanıyor. Bu temelden yola çıkarak cumhuriyetin, hâlâ varlığını sürdürüyor olsa da, 100 yıllık uzun ve çatışmalı bir iç “değişim-dönüşüm” ve “çürüme” süreci sonunda buralara vardığı söylenebilir. “Bu cumhuriyet”in “o cumhuriyet” olmadığı söylense de gerçek bu. (Hani, diyalektik bakışla iç çelişkilerinin sonucu olarak bir şeyin hem kendisi, ama aynı zamanda başka bir şey olduğu ve mutlaka değiştiği gerçeği!) Soruna anlık bir “fotoğraf karesi” olarak değil de hareketli bir “film şeridi” olarak bakıldığında bu gerçek daha da iyi anlaşılabilir.

Konunun son günlerdeki tartışma biçimine gelecek olursak. Bu, pek çok zaman olduğu gibi, “tarih-bilimsel” bir tartışma olarak değil, görünürdeki haliyle “100. Yıl” kutlamaları üzerinden yürüyor. Elbette bazı muhalifler açısından sorunun tarihsel arka planına dayanan, “derin manaları” olan bir tartışma, ama kitlelerin gözü önünde cereyan eden güncel haliyle böyle.  Gazze’de yaşananların “acısına katlanamayan” bu arada İsrail ile ilişkilere yeni bir ayar vermekte yarar gören iktidar, her türlü “eğlenceyi”, bu arada da bir çeşit “laik eğlencesi” olarak gördüğü resmi cumhuriyet kutlamasını askeri törenler -militarist gösteriler dışında bir ay sonraya erteledi. Yerine 28 Ekim günü yapılan ve RTE’nin tek konuşmacı olarak katıldığı “Filistin Mitingi”ni, daha doğrusu “Filistin konulu AKP mitingini” koydu. Yani “bir taşla birkaç kuş” vurmayı hedefledi! Böylece bir yandan Filistinlilere “sahip çıkarken”, öte yandan “laiklerin cumhuriyetini” kutlamaktan yeterince uzak durmayı başarmış oldu. Bu arada rejim karşıtı Atatürkçü-milliyetçi muhalefetin cumhuriyeti savunurken sıklıkla yaptığı Arap karşıtlığını da kullanarak (“ümmete düşmanlık!”) onları bir kez daha kendi milliyetçiliklerinin tuzağına düşürme yolunu da denemiş oldu!

Her ne kadar monarşik eğilimleri, Osmanlıcı hevesleri olsa da RTE’nin “cumhur” kendi peşinden geldiği sürece cumhuriyetle bir sorunu yok. Zaten dünyada biçimi ve içeriği itibariyle çeşit çeşit cumhuriyet var. Kendi yaşadığı, tasarladığı veya uygun gördüğü cumhuriyet de bunlardan biri oluverir! Bazı temel fazlalıkları atıp bazı temel eksikleri de tamamlayarak en azından eldekine istenilen şekli vermek belli ki o kadar da zor değil. Neticede İslam kolaylık dini! O hem kafasında hem de pratikte mevzuyu büyük oranda çözmüş görünüyor!  Asıl sorun kabaca “Çoktan bitti-Hâlâ bir şeyler var” mealinde bir tartışmayı sürdüren “cumhuriyetçi-ulusalcı” muhalefet saflarında yaşanıyor. Kötümserlerin 29 Ekimleri, giderek bir çeşit “anmaya” dönüşürken, iyimserler, günlük hayatlarında pek mutlu ve umutlu olmasalar da, çoğu zaman “bazı şeyleri” (mesela rejim değişikliğini!) görmezden gelip sembolik olarak  “eski haliyle cumhuriyetin” kuruluşunu ve ondan geriye kalanları  “kutlamaya” devam ediyorlar.  Ancak hangi kesimde yer alırsa alsın bu cumhuriyetin savunucuları, anmalar veya kutlamaların ötesinde bir şeyler yapılması gerektiğinin de farkındalar. Fakat, geçmişte en ufak bir kıpırtıda “re’sen” harekete geçen üniformalı-üniformasız “koruyucu ve kollayıcıların” yokluğu ortaya somut ve etkili bir çözüm yolu koyabilmelerine mâni oluyor. Kendi işlerini kendileri görme alışkanlığına sahip değiller. “Cumhuriyet elden gitti-gidiyor!” diye ağlaşırken rejimi ancak sembolik kutlamalarla protesto edebiliyorlar. Ciddi bir “felç” halinden muzdaripler. Bu felcin önemli nedenlerinden biri, neredeyse daha en başından oluşturulup içselleştirilen “borçlu millet” psikolojisi. Bir halkın adı, milliyeti ve dini de dahil varlığına dair her şeyini birilerine borçlu olduğu, onlar olmasaydı bir hiç olacakları fikri, devleti yönetenlerce kasıtlı bir biçimde, adeta “kafasına kakılarak” sürekli tekrarlandığında o halkın özgüvenini kaybedip kendini birtakım “kurtarıcılara” muhtaç hissetmesi kaçınılmaz.

Çoğunluğun gönlünde yatan, geçmişteki o “altın çağa” dönmek elbette. Ancak pratikte pek çokları “Böylesi görülmedi!” deyip Demirelli, Ecevitli, Özallı, hatta Çillerli, Yılmazlı… zamanlara da fit! Hani şu yarı-bonapartist “kontrol rejiminin” egemen olduğu ve “demokrasinin” sık sık askeri müdahalelere maruz kaldığı zamanlara! “En başa” dönmek elbette mümkün değil.  Her dönemi kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Tabii bir de Heraklitos’un 2500 yıllık “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz!” kuralı var ki, bizce hâlâ geçerli.   Marx’ı da unutmayalım; Üstat, Hegel’in bir sözüne atıfla “Tarihte her şey iki kere yaşanır ilkinde trajedi, ikincisinde fars (kaba komedi) olarak!” der.  Yani en başa dönme fikri, tarihsel koşullar ve kurallar düşünüldüğünde ancak geçmişin bir karikatürü olarak gerçekleşebilir. Yukarıda niteliklerine çok kısaca değindiğimiz geçmişteki bir çeşit “demokrasiye” dönme ihtimali ise “normalde” daha güçlü. Zaten seçim döneminde muhalefetin, (elbette “güçlendirilmiş” haliyle) vaadi de buydu. Ancak hangi geçmişe dönülürse dönülsün, işin sınıfsal temelleri değişmedikçe, yani açıkçası gerici bir sınıf olarak kapitalistlerin egemenliğine son verilmedikçe dönüp dolaşıp gelinecek yer, o da en iyi ihtimalle, böyle bir yer olacaktır.

Bütün bunlardan yola çıkarak yeni bir cumhuriyetten başka bir çare olmadığını söylüyoruz. Bizim önerimiz bir “İŞÇİ-EMEKÇİ CUMHURİYETİ”dir!

Yazar Hakkında