SÖMÜRGE MADENCİLİĞİ

SÖMÜRGE MADENCİLİĞİ

HAKKI YÜKSELEN

Yıllardır beklenen oldu ve Erzincan İliç’teki altın madeninde büyük bir felâket yaşandı. Siyanürlü taş-toprağın oluşturduğu bir  “atık dağı” çökerek bir sel gibi aktı. 9 işçi altında kaldı. Üretimde siyanürün ve diğer bazı tehlikeli kimyasalların kullanılması, daha önce çeşitli yerlerde yaşanan benzer olaylar ve alanın Fırat Nehri’ne yakınlığı Basra Körfezi’ne kadar uzanabilecek bir çevre felâketi ihtimalini de gündeme getirdi. Üstelik neo-bonapartist Saray rejimi ve önceki AKP iktidarı döneminde iyice “örtüsüz” hale gelen büyük sermaye dostu, emek ve çevre düşmanı ekonomi politikaları, çığırından çıkan “iş ilişkileri”  ve korkunç çalışma koşulları hesaba katıldığında bu felâketin ilk olmadığı gibi son da olmayacağı ortada. Sorun elbette madenlerle sınırlı değil.   Diğer sektörlerde de durum aşağı yukarı aynı. Ancak son yıllarda Türkiye ekonomisi içinde büyük ağırlık kazanan, binlerce yeni ruhsatla ülkenin çok geniş alanlarında doğaya ve insana karşı bir çeşit “genel taarruza” dönüşmüş; emeğe karşı  “canavarca hislerle” yürütülen madencilik politikalarının, sektörün kendine has özellikleri  nedeniyle ayrı bir yeri var. Buna sektörün iktidarla ilişkileri faktörünü de ekleyebiliriz! Soma, Karaman ve en son Erzincan İliç gibi facialar durduk yerde veya “işin fıtratında” olduğu için yaşanmadı!

Bir “iç sömürge” olarak Türkiye!

Göz göre göre gelen felâket, büyük ihtimalle bir süre sonra yaşanacak bir başka felâket nedeniyle unutulacak olsa da, otokratik rejime ve onun madencilik politikalarına yönelik yaygın tepkilere neden oldu.  Sol muhalefetin ve muhalif medyanın çok geniş bir bölümüne göre yaşanan facia “sömürge madenciliği”nin bir sonucuydu.  Bazı durumlarda kullanılabilecek bir mecaz veya benzetme olarak fena bir tanım değil. Yani, olay gerçek bir sömürgede veya yarı sömürgede yaşanmamış olsa da burada benzer bir tarzdan söz edilebilir. Hatta gereken teorik-kavramsal dikkati elden bırakmamak koşuluyla bu “sömürgeci” tarzı bir ölçüde genellemek de mümkün: İktidarın uluslararası ve “ulusal” siyasette belirgin hale gelen “sömürgeci” (işgalci, ilhakçı, kolonyalist) eğilim ve tutumlarının ötesinde ülke ekonomisi ve emek politikaları alanında da bir tür “iç sömürgeci” mantıkla hareket ettiği görülüyor. Rejimin içerideki pek çok icraatı, bu arada neredeyse sınırsız bir emek ve doğa sömürüsüne sağladığı imkânlar ancak bir sömürgede (kolonide),  ele geçirilen ülkenin kaynaklarına, doğasına, işçi sınıfına ve köylülüğüne karşı uygulanabilecek cinsten. Yönetim anlayışının geldiği yer burası. Bu, alışılageldiği üzere bütün suçun  “dış güçlere” yıkılamayacağını gösteriyor!  Yani epeyce “yerli ve milli” bir durum söz konusu! Tabii, burada sözü edilen, bölgesel hırsları olsa da, emperyalizme bağımlı, bu sistemle iç içe geçmiş, sınırları kapitalist dünya ekonomisinin koşullarınca çizilen ve kaçınılmaz olarak uluslararası sermayeyle harmanlanmış türden bir “yerlilik ve millilik!” Bu arada gücü yettiğince dünyanın dört bir yanında faaliyet sürdürdüğünü, yatırımlar yaptığını da unutmayalım. Aslında orta-azgelişmişlik düzeyinde de olsa bildik kapitalizm! 

Kapitalizme karşı sınıf mücadelesi mi, dış güçlere karşı milli mücadele mi!

Dolayısıyla yaşanan son felâketin, bütün benzerleri gibi kapitalizme karşı mücadele, yani sınıf mücadeleleri temelinde ele alınması gerekiyor. Ancak ideolojik-politik “geleneklerimiz” sorunun esas itibariyle “dış güçlere” karşı bir “milli mücadele” sorunu olarak ele alınmasına yol açıyor. “Sömürge madenciliği” tanımının geniş bir sosyalist kesimin dilinde bile “yurtseverce” bir tını kazanmasının nedeni bu!  Görünen o ki, eleştirilerin öncelikli hedefi madeni işleten şirketin büyük hissedarının yabancı olması. (yüzde 80’e yüzde 20)  Yani söz konusu olan veya ön plana çıkan, rejime, onun ekonomi politikalarına ve toplumsal karakterine yönelik sınıfsal bir tepkiden ziyade ulusalcı, yurtsever, milliyetçi ve haliyle de yüzeysel bir emperyalizm karşıtlığını içeren sınırlı bir tepki. Bu, madenin yerli sermaye eliyle çıkartılması halinde paranın içeride kalacağı varsayımına da dayanıyor! “Sömürgeci” tanımlaması da büyük oranda buradan ve Türkiye’nin zaten bir (yarı) sömürge olduğu inancından kaynaklanıyor. Buna göre Türkiye kapitalizminin ve büyük sermayesinin rolü daha çok  “işbirlikçilik”,  yani bir nevi “vatan hainliği!” ile sınırlı. Burada,  ittifaklar-cepheler kurulabilecek “ulusal” ve haliyle “yurtsever” bir burjuvazi ve bir “aşama” olarak bağımsız, milli ve demokratik bir kapitalizm arayışının izleri görülüyor!  

Ya tersi olsaydı; üstelik de var!

Ölçüt olarak ön plana  “pay oranları”nın çıkması insanın aklına haliyle “Peki, yerli şirket daha yüksek bir paya sahip olsaydı, o zaman var olan ilişkiyi nasıl tanımlamak gerekirdi?” sorusunu getiriyor!  Bu soruya, mevcut örneklerden yola çıkarak “Pay oranları değişik olsaydı, yani altın madenini yerli sermaye ağırlıklı veya yüzde yüz yerli bir şirket işletseydi daha ‘çevreci’ yöntemler mi kullanırdı?” sorusunu da ekleyebiliriz! Bence sorunun temeli büyük ortakların “milliyetleri” veya “yerli-yabancı” olmaları değil, kapitalizmin emeğin ve doğanın olabildiğince sömürülmesine dayanan, mümkün olan en düşük maliyetle en yüksek kârları hedefleyen bir üretim tarzı olması. Büyük yabancı maden şirketlerinin doğrudan kendi ülkelerinde veya başka gelişmiş kapitalist ülkelerde de örgütlü, kitlesel ve politik bir engelle karşılaşmadıkları sürece benzer yöntemleri kullanmaları bunun kanıtı. (1984’te Kanada şirketi Galactic Resources’ün ABD’de, yine Kanadalı Imperial Metals’in 2014’te Kanada’daki siyanürlü altın madenlerinde yaşananlar.)

İşin gerçeği, çok sayıda yerli maden şirketi de var ve bunların bir bölümü aynı yöntemlerle üretim yapıyor; yani “sömürge (tipi) madencilik” ile meşguller. Altın madenleri de dahil, her yönüyle çevreye ciddi zararlar veren pek çok madeni tek başlarına veya yüksek oranda hisselerle onlar işletiyor. Üstelik Koç, Cengiz, MNG, Kalyon ve diğer bazı yerli holdinglere bağlı maden şirketlerinin Türkiye’de özelleştirmeler sonucu aldıkları büyük maden işletmelerinin yanı sıra, Avrupa’dan (İrlanda) Afrika ülkelerine (Burkina Faso, Liberya, Sudan…), oradan Asya’ya uzanan (Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan…)  ve çoğu o ülkelerdeki  “işbirlikçilerle”, hem de büyük pay sahipleri olarak ortak yatırımları var. (Altın ve diğer madenler.) Bu arada MNG’nin 2016’da Kanada merkezli Aures Mining’in yüzde 55 hissesini 30 milyon dolara aldığını da ekleyelim. Tabii, adı geçen ülkelerde bu işlerin hangi koşullarda yapıldığını ayrıca araştırmak lazım, ancak belki bir iki istisna dışında oralarda da işlerin bizdekinden farklı yürümediği tahmin edilebilir. Bir başka husus da Romanya’da 2000 yılında yaşanan siyanürlü maden felâketinin de etkisiyle olaydan 10 yıl sonra Avrupa Parlamentosu’nda siyanürle altın üretiminin yasaklanmasıyla ilgili tasarının kabul edilmesine rağmen lobi faaliyetleri neticesinde bir türlü uygulamaya sokulamaması. Bu, sorunun sadece azgelişmişler dünyasıyla sınırlı olmadığını gösteriyor. Ayrıca Çekya, Macaristan gibi dünya ekonomisi ve siyasetinde belirleyici rolü olmayan ülkelerin siyanürlü altın üretimini yasaklayabilmeleri, bunun uluslararası şirketlerin çıkarlarına rağmen mümkün olabileceğini anlamına geliyor.

Tek başına yabancı sermaye girişi sömürgeleştirir mi?

Tabii, bu “sömürge medenciliği”ni veya doğrudan doğruya “sömürgeleşmeyi” çeşitli sektörlere, bu arada maden sektörüne yabancı sermaye girişi ile ilişkilendirmek de mümkün. Ancak kapitalist dünya ekonomisi dahilinde farklı kategorilerde yer alan ülkelere bakıldığında yabancı sermaye girişinin tek başına ülkeleri sömürge veya yarı sömürge haline getirmediği görülür. Aksi halde en büyük sermaye hareketlerinin gelişmiş-emperyalist ülkeler arasında cereyan ettiği bir dünyada, örneğin emperyalist sistem içinde hegemonya mücadelesi veren bir Çini (kendisi “Halk Cumhuriyeti” olur) bir “yarı sömürge” olarak tanımlamak gibi garip bir duruma düşebilirdik. Elbette yabancı sermayenin, uygun koşulların sağlandığı herhangi bir ülkede emek sömürüsüne, hatta koşullar uygunsa  “yağmaya” ortak olmak veya mümkünse  tek başına yağmalamak gibi bir amacı vardır. Ancak zorla girmediği veya o ülkeyi kimi zaman askeri güç gösterileri ve darbeler eşliğinde büyükelçiliklerden yönetmediği durumlarda (gerçek sömürge ve yarı sömürgeler), yani olağan koşullarda yabancı sermaye, gelişmiş veya azgelişmiş bütün kapitalist ülke devletleri ve sermayedarları açısından kendilerine daha büyük yatırımlarla daha fazla sömürü, kârlı ortaklıklar ve kazanç imkânı sağlayan ve bu nedenle de dört gözle bekledikleri,  “fellik fellik” aradıkları, gelişini şenliklerle karşıladıkları bir nimettir. (“Vatan haini” falan olduklarından değil, öncelikle kapitalist olduklarından!) Bütün ulusal birimleri birbirine zorunlu olarak bağımlı hale getiren bir “dünya ekonomisi” gerçekliği temelinde, “eşitsiz ve bileşik gelişme yasası”nın hükümlerine tabi uluslararası bir sistemin, yani kapitalizmin, üstelik de emperyalizm aşamasında daha farklı işlemesi mümkün değil.

Emperyalizme karşı sınıf mücadelesi

Kısacası durumu “vatana ihanet” ve “işbirlikçilik” gibi, muhalif-muvafık herkesin birbirine karşılıklı  “saydırdığı”  kavramlar üzerinden değil, sınıfsal boyutları ve dünya ekonomisi gerçeği zemininde, kapitalizmin hareket yasaları, uluslararası niteliği ve içsel dinamikleri temelinde ele almakta yarar var: Aynı şekilde, Lenin’in “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tanımladığı; ve artık (azgelişmiş ülkeler açısından da) tek başına devletler veya ülkeler arası bir ilişki  olmaktan çıkıp  kapitalist üretim ilişkileri yoluyla bir “iç mesele-dinamik” haline gelmiş olan emperyalizm gerçeğini ele alırken de yapılması gerektiği gibi. Ülkenin en az yüz yıllık egemenlerini; ekonomiyi, toplumu, siyaseti ve devleti elinde tutan veya büyük ölçüde denetleyen güçleri; uluslar arası sermayeyle çok yakın ilişkiler kuran Türkiye finans kapitalini ve bu arada burjuva devletini “emperyalizmin (veya Amerika’nın) uşakları” diye bir anlamda  “küçümsemenin” veya her türlü dış “dayatmaya” boyun eğen “aciz-iradesiz-çaresiz” bir güruh olarak görmenin sorunun gerçek çözümüne bugüne kadar bir faydası olmadı, bundan sonra da olmayacak. Üstelik bunun halkımız nezdinde sosyalist solun “meşruiyet sorunu” açısından da bir getirisinin olmadığı tecrübeyle sabit! Sonuç olarak emperyalizme, yani temelde kapitalizme karşı mücadelenin daha devrimci, sınıfsal ve proleter yöntemlerine yönelmekten başka çare yok.

Nereden nerelere geldik! Ama olsun, yaşananları eleştirel biçimde doğru bir çerçeveye yerleştirmek, doğru bir mücadele perspektifi oluşturabilmek için çok önemli.

Yazar Hakkında