KRİZ VE İŞÇİ SINIFININ AKIL SAĞLIĞI-2

KRİZ VE İŞÇİ SINIFININ AKIL SAĞLIĞI-2

Neden bu kadar endişeliyiz? Yoksa olmamalı mıyız?

Ana Pagu PSTU Brezilya Çeviri: Murat Yakın

2017 yılında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 18 milyon kişiye ya da bir başka deyişle her 10 Brezilyalıdan 1’ine anksiyete teşhisi konulması üzerine, Brezilya’yı dünyanın en endişeli ülkesi olarak ilan etti. COVID-19 pandemisinin ardından DSÖ, ilk yılda dünya genelinde yüzde 25 oranında artış gösteren anksiyete ve depresyona dikkat edilmesinin önemini bir kez daha vurguluyordu. Brezilya’da da manzara farklı değildi. 2023’te yayınlanan bir Covitel anketi, Brezilyalıların yüzde 26,8’inin anksiyeteden muzdarip olduğunu ve gençler arasında (18 ila 24 yaş) bu oranın yüzde 31,6 veya her 10 kişiden 3’ü olduğunu ortaya koydu.

Bir “moda” olmaktan çok uzak olan anksiyete, gerçekte psikolojik bir rahatsızlık ve temel bir halk sağlığı sorunu. Bireylerde kendini gösterse de bu durum yalnızca özel sorunlarla açıklanamaz. Anksiyetenin ne olduğunu, nasıl başa çıkılacağını, ne zaman bir acıya dönüştüğünü bilmek önemlidir, ancak toplumumuzun hangi unsurlarının anksiyetenin (depresyonla birlikte) yüzyılımızın kötülüklerinden biri olarak görülmesine katkıda bulunduğunu düşünmek de aynı derecede önemlidir.

Genel anlamda kaygıyı, insanlarda ortak olan bir duygu, organizmayı yeni, arzulanan, zorlayıcı veya tehlikeli durumlarla yüzleşmeye ruhsal ve organik olarak hazırlayan bir savunma mekanizması olarak tanımlayabiliriz. Psişik düzeyde, günlük yaşamımızda kendimizi zorlanmış hissettiğimizde ve kendimizi teste tabi tuttuğumuzda, bir koruma ve kendini koruma biçimi olarak yaşadığımız çatışmalardan (bilinçli veya bilinçsiz) kaynaklanan bir ifadedir.

Bu sorun tek başına ele alınamaz- aksine, hayatta kalmada önemli bir rol oynar- ancak aşırı, genelleşmiş ve felç edici olduğunda bir bozukluk haline gelebilir. Örneğin, karşıdan karşıya geçerken ezilmekten korkmak yaygın bir durumdur. Kaygı nedeniyle, arabalarla çarpışmamak için yola bakmaya yönlendiriliriz ve bunu farkına bile varmadan yaparız. Şimdi, sadece arabaların geçtiğini hayal ederek ya da görerek endişelendiğimizde ve ezilme korkusuyla evden çıkamadığımızda, orantısız ve aşırı bir anksiyete tepkisiyle karşı karşıya kalırız.

Kaygı bize acı çektirdiğinde

Anksiyete doğumdan itibaren bize eşlik eder. Yaşamımız boyunca, özellikle duygusal deneyimlerimiz aracılığıyla bununla başa çıkmayı öğreniriz. Her kişi, kendi yöntemleriyle ve deneyimlerine dayanarak, kaygı düzeylerinde artışa neden olabilecek veya olmayabilecek biyolojik, psikolojik, eğitimsel, kültürel ve sosyal faktörleri göz önünde bulundurarak kendi stratejilerini geliştirir.

Tatmin edici duygusal deneyimler yaşayan çocuklar, yetişkinliklerinde şiddet ve çaresizlik yaşayanlara kıyasla kaygı ile daha iyi başa çıkabilmektedir. Travmatik bir durum, psikiyatrik bir bozukluk ya da başka tür bir hastalık yaşamak, temel haklardan yoksunluk, yoksulluk, önyargı, şiddete maruz kalma, uzun çalışma saatleri ya da işsizlik, internete aşırı maruz kalma ve diğerleri gibi kaygı yaratabilir.

Sürekli olarak sinirli, sabırsız, erteleyen, “dönüp duran”; günlük meselelerle başa çıkmakta, uyumakta zorlanan, gelecekteki herhangi bir zorluktan aşırı derecede korkan (her zaman felaket olarak algılanan); tarafsızlığı ve beceriyi kaybettiğimizde ve bir zamanlar basit görünen durumlarda felç olduğumuzda uyanık olmamız gerekir.

Çoğu zaman işlerin yolunda gitmediğini ancak anksiyete kendini bir kriz şeklinde gösterdiğinde fark ederiz. Bu durumlarda düşüncelerimiz hızlanır, kalbimiz hızla çarpar, nefesimiz daralır, midemiz bulanır, terlemeye başlarız, göğüs ağrıları ve güçlü bir ıstırap hissederiz, çaresiz hissederiz, hatta öleceğimizi bile düşünürüz. Daha da kötüsü, nedenini her zaman bilemeyiz. Nöbetler, yoğun psikolojik boşalma ve rahatsız edici fiziksel hislerin yaşandığı deneyimlerdir ve insanların kalp krizi geçirdiklerini düşündükleri için hastaneye gitmeleri nadir değildir. Sonsuzluk gibi görünmelerine rağmen, genellikle uzun sürmezler ve çoğu zaman görünür bir nedenleri yoktur. Tekrarlayan krizler bir anksiyete bozukluğunun varlığına işaret edebilir.

Anksiyete ile nasıl başa çıkılır?

Sihirli çözümlere ya da yanılmaz tekniklere karşı dikkatli olun. Böyle bir şey yok! Dahası, çok faktörlü nedenleri olan bir sorun, tek yönlü önlemlerle çözülemez. Her gün aynaya bakıp kaygılı olmadığını binlerce kez tekrarlamanın kaygısını hafifleteceğini düşünen biri pek başarılı olamaz. Etkisi tam tersi olabilir. İnternetin her yerinde bulunabilecek bu tür yönlendirmeler şarlatanlıktan başka bir şey değil.

Kaygıyla ciddi bir şekilde yüzleşmek için, yaşadığımız rahatsızlığın günlük hayatımızdaki olumsuzluklarla başa çıkmanın beklenen bir tezahürü mü yoksa psikolojik bir acı mı olduğunu belirlememiz gerekir. İlk durumda, bizi etkileyen sorunlardan bir çıkış yolu buldukça azalma eğilimi gösterir. İkinci durumda ise profesyonel yardıma ihtiyaç vardır.

Anksiyete için en uygun tedavi psikoterapidir. Akut vakalarda, engelleyici bir durum olduğunda, bir psikiyatrist ile yapılan değerlendirmeye dayanarak çözümü ilaçla birleştirmek gerekebilir.

Bu kadar endişeli olmamalıyız, ama olmak için nedenimiz yok mu?

Bu kadar çok sayıda anksiyete bozukluğu teşhisi ile karşı karşıya kaldığımızda kendimize şunu sormalıyız: İçinde yaşadığımız toplum bu duruma nasıl katkıda bulunuyor? Bu, tam olarak yanıtlamak niyetinde olmadığımız karmaşık bir soru. Sadece birlikte düşünmemiz için birkaç düşünceyi gündeme getirmek istiyoruz.

Özel mülkiyet üzerine kurulu, sınıflara bölünmüş, sömürü ve baskıya dayalı kapitalist toplum, insanların büyük bir bölümünü başkalarının emeğinin meyveleriyle geçinen küçük bir gruba tabi kıldığı için başlı başına bir acı kaynağıdır. Ve psikolojik acı, kişinin ait olduğu sınıfa bağlı olarak farklı şekilde deneyimlenir. Başkalarının acılarıyla empati kurmak mümkün olmadığından değil, ama yiyecek yokluğundan acı çekenler açlıktan ölenlerdir. Sadece yatırım yapacak milyonları olanlar borsadan milyonlar ödünç almış olmanın acısını çekebilir.

İlk taşı gelecekten korkmayan birine mi atalım? Ancak işçi sınıfı için gelecek sürekli bir tehdit olarak algılanabilir: işini kaybetme ya da hiç iş bulamama korkusu, ay sonunda faturaların kapanıp kapanmayacağından emin olamamak, SUS kuyruğunda hastalanıp ölmek, gasp edilmek, siyah olduğu için polis şiddetine maruz kalmak, kadın olduğu için tecavüze uğramak, sadece birkaç gerçek örnektir. Gördüğümüz gibi, kaygı gelecekteki bir tehdit korkusuyla güçlenir. Bu durumda, böylesine belirsiz bir gelecek gerçekten bir tehdit değil midir? Tetikte olmamız gerekmez mi?

Giderek küreselleşen ve standartlaşan bir bağlamda, sadece bireysel çabaya dayalı olarak herkes tarafından elde edilebileceği varsayılan bedenlerin, mutluluğun ve başarının idealize edilmesi yoğun bir hayal kırıklığı yaratıyor. Kendimizi eksik, başarısız, sürekli tetikte, ne kadar daha iyi olabileceğimizi ya da olmamız gerektiğini merak eder halde hissediyoruz. İnternet ve sosyal ağlar bu algının güçlenmesine katkıda bulunuyor, çünkü mutluluk ve başarının garantisi olarak aranması gereken bir ideali teşvik ediyor, ancak hikayelerin arkasındakini gizliyor: kısıtlamalar, baskı ve hak yoksunluğuyla dolu “tükenmiş” hayat.

Ele aldığımız toplum, maksimum çabaya, “iki yakayı bir araya getirmeye”, yorucu çalışma saatlerine, hedefleri tutturmaya, çok düşük maaşlara ve sınırların üzerinde üretkenliğe değer veren, girişimcilik yoluyla başarı ideolojisini teşvik eden, meritokrasi ve bireysel performans ideolojisini maksimuma çıkaran bir “teslimiyet” toplumu. Kadınlar söz konusu olduğunda buna bir de çifte vardiyayı ekleyin: Günün 24 saati çalışmak, çocuk bakmak ve diğer pek çok görev. Duramıyoruz, boş zaman hakkımız yok, “vakit nakittir” ve hepimiz tükenmiş durumdayız, yoğun bir tempoda, “günde bir aslan öldürüyoruz”, bir şeyler kaybetme korkusuyla WhatsApp’tan kopamıyoruz. Sermayenin hızlı temposu bizi özümsemek, yeniden anlamlandırmak, bir şeyleri deneyimlemek, düşünmek ya da sadece dinlenmek için ihtiyaç duyduğumuz zamandan mahrum bırakıyor.

Metnin başlığındaki soruya dönecek olursak, şunu söyleyebiliriz: çok kaygılıyız ve çok açık ki, kaygılı olmak için nedenlerimiz var, ancak bu şekilde olmak zorunda değil! Kaygı, kendini koruyucu bir etki olarak bir uyarı görevi görür: bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bireysel çabalar önemli ve gereklidir, ancak toplumun eşitsizlik değerleri temeli üzerinde yükselmesi ve dayanışma kavramını teşvik etmesi önemli bir ilk adım olacaktır. Bu eşitsizlikle yüklü toplumu dönüştürmek için mücadele etmeye  kararlılıkla devam etmeliyiz!

Yazar Hakkında