Türkiye ekonomisinin krizde olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yok. Durumu dış ve elbette iç kaynaklı siyasi manipülasyon ve saldırılarla, emperyalist bir tezgâhla izah etmeye çalışan ve de bu nedenle bir “kurtuluş savaşı” içinde olduğumuzu iddia eden iktidar da ekonomik planda aldığı önlem ve yaptığı uygulamalarla bu krizin varlığını doğruluyor. Kriz, iktidar için de o kadar gerçek ki, rejim emperyalizm ile mücadelesine en azından bir süre için ara verip uzlaşma yollarını aramaya başladı! Ayrıca RTE de, yakınlarda yaptığı bir konuşmada, ekonomik krize ilişkin her şeyi külliyen inkâr etmesinden 16 dakika sonra, aynı konuşma içinde bu krizin de aşılacağını söyleyiverdi. Son günlerde iktidarın “dev” projelerinin müteahhitliğini yapan veya yeni dönemde çeşitli ihalelerle yükselmiş “AKP veya Saray burjuvazisi” da dahil çok sayıda büyük sermaye kuruluşunun zor durumlara düşmesi, bir kısmının iflas noktasına gelmesi (konkordato dalgası), iktidarın gücünün simgeleri olarak gördüğü “çılgın” projelerden bile vaz geçilmesi, durumu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Küçük sermaye sahiplerinin ve emekçi halkın durumu konusuna şimdilik girmiyoruz bile!
Neler Olabilir?
Ekonomi ile siyaset arasında kısa vadede sonuç veren doğrusal bir ilişki olmasa da, Türkiye’de görece uzun vadede, (moda tabirle) “seçmen davranışlarını” belirleyen en önemli unsurun ekonominin durumu olduğu bilinir. Yani tek belirleyen olmasa da ekonomi en sonunda belirleyici etmen olarak arzı endam eder! Fakat daha önemlisi ekonomik durumun etkilerinin, seçmen davranışlarının da ötesinde sonuçları vardır. Mesela derin bir kriz sürecinin toplumsal dengeler ve sınıfsal ilişkiler üzerindeki etkileri pek çok durumda bir rejim değişikliği sorununu da gündeme getirir. Bu, muhtemel seçim sonuçlarının da ötesinde bir durumdur. Şüphesiz, öne çıkan, asıl çatışma nedeniymiş gibi duran bir dizi politik, ideolojik, kültürel vb. sorun ve çatışma konusu vardır, ama Türkiye’nin yakın siyasi tarihindeki başlıca dönüm noktaları, temelinde ekonomik çelişki ve krizlerin yattığı toplumsal çatışmalar, altüst oluşlar tarafından belirlenmiştir.
Mesela (Sembolik olarak alırsak) Türkiye tarihindeki büyük çaplı devalüasyonların (1958, 1970, 1978…) ardından darbeler ve rejim değişiklikleri gelmiştir! (1960, 1971, 1980) Türkiye’nin siyasi rejimini, sermaye birikim tarzını vs. belirleyen bu türden köklü değişiklikler elbette tek başına büyük çaplı bir devalüasyonun otomatik bir sonucu olarak gerçekleşmemiştir. Ancak unutulmaması gereken, bu devalüasyonların toplumsal ilişki ve güç dengelerini altüst eden derin iktisadi krizlerin eseri olduğudur.
Şimdiki devalüasyon, serbest kur rejimi nedeniyle öyle politik bir kararla ve tek bir hamlede yapılmamış olsa da TL’nin yılbaşından bu yana yaşadığı değer kaybı uzun süreli ciddi bir krize işaret etmektedir. İşin önümüzdeki aylarda daha da artacak bir enflasyon ile durgunluğun bir arada yaşandığı muhtemel bir “stagflasyona” dönüşmesi ihtimali epeyce yüksektir. Dünyadaki genel bunalım dinamiklerinin de etkisiyle şiddetlenebilecek bir ekonomik durgunluk veya daralma (resesyon) sonuç itibariyle iktidarın ve inşa ettiği rejimin kaderi üzerinde ciddi bir etki yapacaktır.
Tekrar edelim; burada öne sürülen fikir, ekonomik krizin var olan rejimin otomatik olarak yıkımına yol açacağı değildir. Çünkü bu rejimin varlığı, son tahlilde ve uzun vadede ekonomik koşullarla sıkı bir ilişki içinde olsa da, süreci etkileyen ve gidişatı çeşitli ölçülerde yönlendiren ekonomi dışı pek çok başka etken ve koşul vardır. Bu etken ve koşullar yumağı, önümüzdeki dönemin çok daha karmaşık bir süreç olmasına yol açacaktır.
Başka Bir Türkiye’de..!
Türkiye’de bugüne kadar yaşanan büyük çaplı krizlerin bir bölümü, dünyada genel anlamda çok sayıda benzeri olsa da her şeye rağmen Türkiye’ye has “demokratik parlamenter” bir rejim altında başlayıp derinleşmiş ve Bonapartist veya askeri bir diktatörlük altında (elbette her defasında burjuvazinin temel çıkarları esas alınarak) ve her şeye rağmen devletin bilinen kurumsal yapısı içinde çözülmüştür. Ancak bu defa farklı bir durum vardır. 2001 krizinin burjuvazinin merkez partilerini neredeyse yok ettiği (DSP, ANAP, DYP gerçekten yok oldu.) bir dönemde iktidara gelen ve dünyadaki uygun ekonomik koşullar ve ciddi bir uluslararası destek sayesinde uzun süre “demokrat” taklidi yapmayı başaran bir iktidar, son birkaç yılda ülkenin rejimini değiştirmiştir. Türkiye bu krize, dünyada artık pek çok örneği görülen “neo-Bonapartist” bir rejim altında girmektedir. Bu, geçmişteki “yarı Bonapartist” kontrol rejiminden farklı bir rejimdir. Dolayısıyla hem kitle desteği (paramiliterler de dahil) ve denetim-bastırma gücü, hem de bu güçlerden kaynaklanan kendi içinde dönüşme potansiyeli vardır. Bu durum, Saray rejiminin “klasik Bonapartist”, hatta “yarı faşist” bir karakter kazanması ihtimaline işaret etmektedir. Şu anda ön planda olmayan, rejimin iç krizi veya liderin ölümü sonucu bir ölçüde kendiliğinden çöküşü ihtimali dışında, ne yazık ki baskı ve zor yöntemlerinin daha da açık hale geldiği, bir takım sivil güçlerin de devreye girdiği bir “dahabeterleşme” sürecinin yaşanması kuvvetle muhtemeldir. Böylesi beklentiler sadece bir kötümserliğin eseri değildir. Yeni rejimin genel anlamda bir “iç savaş rejimi” karakterinde olması ve bunu çeşitli söylem, yöntem ve taktiklerle kanıtlaması, bu çatışmacı taktiklerin bugüne kadar tutması, üstelik giderek bir hayat memat meselesine dönen iktidarın, hiçbir şansa bırakılmadan korunma zorunluluğu durumun vahametini ortaya koymaktadır.
Kısacası sorun, büyük bir krizin bedelini çeşitli baskı yöntemleriyle emekçilere ödetmenin ötesinde, iktidar açısından şiddetli bir “beka” sorunu haline gelmiştir. Dolayısıyla iktidarın kendisine oy veren işçi ve emekçileri denetim altında tutarak, gerisini de bir biçimde hırpalayarak, krizin en azından o cephesini idare edebilmesi tek başına işe yaramayacaktır. Yeni rejime, gerçek güçsüzlük ve yetersizlikleri ortaya çıktığı oranda bundan fazlası gerekmektedir.
Endişeli Burjuvazi..!
Egemen sınıf olarak büyük burjuvazinin iktidarla ilgili endişeleri ve “demokrasi” talebi de buradan kaynaklanmaktadır. Yoksa ister hegemonya, ister açık-yarı açık zor yoluyla rejimin emekçileri kontrol altında tutup gerektiğinde bastırması burjuvazi açısından ilkesel bir dert oluşturmaz. Ancak ortada kapitalist özel mülkiyete yönelik işçi sınıfından gelen bir tehlike veya kazanılması veya bastırılması gereken bir iç savaş durumu yokken bir iktidarın bir “iç savaş rejimine” başvurması, henüz uç vermemiş bir sorunu memleketin başına bela etmesi burjuvazi için endişe kaynağıdır. Zamanında yapılacak bir faiz artışıyla daha hafif seyredebileceğine inanılan bir krizi, ister ideolojik nedenlerle, isterse kendi saray burjuvazisinin kayıpları üzerinden hesap ettiği maddi nedenlerle şiddetlendiren bir “tek adamın” varlığı büyük sermayenin endişesini artırmaktadır. Ayrıca bir başka ciddi tehlike daha vardır. Yeni rejim, Osmanlının bile eski devirlerinde kalmış “müsadere” kurumunu (iktidardaki gücün paraya, mala el koyması) yeniden harekete geçirmiştir. “Terör” bahanesiyle henüz sadece “FETÖ”cü sermayeye uygulanan müsadere yönteminin çeşitli gerekçe ve bağlantı iddialarıyla (“terör, darbe, vatana ihanet, “emperyalizmle ilişkiler” vb.), krizin şiddetlenmesi oranında sermayenin daha geniş kesimlerine uygulanma ihtimali gözardı edilmemelidir. Sözü edilen büyük çaptaki yerli sermaye kaçışının böyle bir ihtimalle ilişkisinden söz edilmektedir. Geçmişteki gibi gayrimüslim sermayesine el konularak bir “milli burjuvazi” yaratılmasına benzer bir biçimde, sürecin çok kritik bir anında pek âlâ “gayri milli” unsurların elindekilere el konularak sermayenin bu bölümü “yerli ve milli” olduğu ilan edilen kesimlere devredilebilir. Tabii, bütün bunların uluslararası bir mali sermaye düzeninde yaratacağı depremlerden, yol açacağı dış tepkilerden, yerlilerin yanı sıra yabancı sermaye kaçışlarından, bu durumda yeni yatırımların gelmeyeceğinden, ekonominin bu kadar “kırılgan” olduğu bir dönemde iktidara vereceği ciddi zararlardan söz edilebilir. Ancak böyle bir ihtimalin bırakın gerçekleşmesini, “şuyuunun vukuundan beter” olduğu düşünüldüğünde o “ürkek” sermayenin endişeli ruh halini anlamak mümkündür! Suudi Arabistan Veliahtı MbS’nin ülkenin büyük zenginlerini zorla bir otele kapatıp servetlerinin bir bölümüne el koyma örneği henüz çok tazedir! Buranın bir Suudi Arabistan olmadığına dair inanç hâlâ güçlü olsa da, normal koşullarda ve geri adım atabilecek, mesela muhalefete düşmeyi göze alabilecek iktidarlar döneminde imkânsız sayılan bu türden pek çok şey, dönülemez bir noktaya varmış bir “tek adam” iktidarında mümkün görünmektedir. Mâlum, burası artık “Yeni Türkiye”dir!
Her şey bir yana, bu iktidarın, tepesinde bir kapitalistin bulunduğu bir burjuva iktidarı olduğu, nihayetinde bazı zorunlu sınırlar içinde kalacağı, esas görevinin büyük sermayeye hizmet olduğu söylenebilir. Nitekim, RTE bir işveren topluluğuna çektiği nutukta şöyle demişti: “İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı, ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz. Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz OHAL’i.” Yani daha ne desin! Ancak belli ki iş bu genel misyonla bitmiyor. Sermaye, gerektiğinde bir faşist rejimi de destekler, ama her zaman değil. İşçi sınıfının ekonomik, politik ve örgütsel olarak epeyce geri ve güçsüz olduğu; sermayenin ekonomik ve toplumsal mülkiyetinin o derece tehlike altında olmadığı bir durumda, RTE’nin siyasi gücü ve taktikleri, yönetim anlayışı giderek artan “ulaşılmazlığı” sermayeye çok fazla ve tehlikeli gelmektedir. Büyük patronlar, “politik mülkiyetlerini”, genel hizmetleri karşılığında kendilerine çok fazla bedel ödetebilecek, karşılarında sürekli tehditkâr bir dille bağırıp çağıran, gerektiğinde gözlerinin yaşına bakmayacağını bildikleri bir adama bu ölçüde teslim etmek istememektedirler. Ancak bütün bunlar, mesela bir TUSİAD’ın “demokrasi mücadelesinin” temel güçlerinden biri olduğu anlamına gelmemektedir. Yerine başka ve daha “makul” bir aday bulamadıkları sürece özellikle ağır bir kriz döneminde emek karşıtı sosyal politikaları, ekonomik tedbirleri uygulayabilecek, (kıdem tazminatları, esnek çalıştırma vb…) işçi sınıfını çeşitli kontrol ve baskı yöntemleriyle zapturapt altında tutabilecek güçte bir RTE’nin iktidarı zorunlu olarak desteklenecektir. (“Kerhen” veya değil…)
Devlet İşleri..!
Bu krizi yaşandığı koşullar itibariyle farklı kılan diğer bir husus da, geçmişteki devlet yapısının kurumlar, ilişkiler ve teamüller anlamında önemli ölçüde dağılmış, çözülmüş ve meşruiyet kaybına uğramış olmasıdır. Geçmiş fırtınalarda, “geminin” (Hepimiz aynı gemideyiz ya!) bir biçimde “güvenli bir limana” yanaşmasını (Tabii büyük sermaye için!) sağlayan geleneksel kurumların yaşadığı bu dağılma veya keyfileşme, derinleşen bir kriz ortamında devlet yapısı içinde de ciddi kırılmalara yol açacaktır. Türkiye’de uzun süre, liberal yanılsamaların da etkisiyle, kimselerin inanmak istemediği bir askeri darbenin mümkün olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasının yol açtığı dehşetle girişilen (veya çok hızlanan) “yeni devlet” inşasının, ciddi bir ekonomik kriz döneminde alabileceği hallerin ve vereceği sonuçların dikkatle izlenmesi gerekiyor. “Kendiliğinden” bir çöküş olmadığı takdirde böyle bir devlet örgütlenmesi (“Çeteleşme”den söz ediliyor!), rejim yanlısı paramiliter güçlerin de devreye girmesiyle, “eski devletin” siyasi ve toplumsal “eylem” sınırlarını kaçınılmaz olarak aşacaktır.
Yine bu bağlamda, ortaya çıkan meşruiyet kaybı, “hanedanlaşma” ve devletin “onun bunun elinde” işlemez hale gelmesi, iktidarın pek çok alana sirayet eden krizle baş edememesi ve/veya çelişkilerin açık bir toplumsal-politik çatışmaya dönüşmesi durumunda, “kardeş kavgasını engellemek” ve “düzeni yeniden sağlamak” isteyen bir takım “devletlû” güçlerin ortaya çıkmasına ve vaziyete el koymalarına yol açabilir.
Bütün bu durumlar, dünya çapındaki muhtemel bir ekonomik yeniden daralma, depresyonun şiddetlendirdiği uluslararası rekabet ve çatışmalar, emperyalist sistem içindeki hegemonya mücadeleleri; Türkiye ekonomisinin içinde yol aldığı kriz ve rejimin içerideki ve dışarıdaki maceracı politikaları eşliğinde okunmalıdır. Türkiye de, aynı dünya gibi epeydir “bilinmeyen sularda” yol almaktadır. Kapitalizmin krizi hem yurtta hem de dünyada pek çok şeye gebedir!