Yeni rejim, gerçekte tükenen iktidarların gösterdiği bütün davranışları sergiliyor. Söyleyecek düzgün, anlamlı, olumlu bir şeyleri kalmadı; dışlarındaki herkese ve her şeye sürekli küfür ve hakaret etmeleri, her konuda yalan söylemeleri bu yüzden. Vaat ettikleri ise, bütün gücü ellerinde tutmalarına rağmen bugüne kadar yapmadıkları, yapamadıkları veya yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları şeyler. RTE, İstanbul’a ihanet ettiklerini söylemişti, Binali Yıldırım ise seçmene İstanbul’un trafik sorununu çözeceğini vaat edip deprem sonrası toplanma alanlarının yokluğundan şikâyet ediyor! Bilmeyenler 1994’ten bu yana İstanbul’u “dış güçlerin” yönettiğini sanabilir!
Dedik ya, söyleyecek olumlu bir şeyleri kalmadı. O nedenle artık sadece yalanlarla korkutarak ayakta kalma çabasındalar. İşi “Zillet İttifakı” ve “Dörtlü Çete” adını taktıkları muhalefetin “Kandil ve Pensilvania’dan emir aldığı” noktasına kadar getirdiler. Meşhur tabirle, artık “anlatacak bir hikâyeleri” yok. Heyecan ve umut yaratacak hiçbir şey vaat edemiyorlar. Yüzlerinde işleri yolunda giden, kendinden emin insanların sükûnet ve gülümsemesinden eser yok. Nuru kaçmış korkunç yüz ifadeleriyle sürekli tehdit ve hakaret yağdırıyorlar, yalan söylüyorlar. Tehditleri epeydir başka bir “millet” olarak gördükleri muhalif kesimlerle de sınırlı değil. Onları kıpırdamaları halinde açık açık cezalandırmakla tehdit ederken, kendi taraftar kitlelerine “muhabbetlerinin” de koşullu olduğu anlaşılıyor. Kısacası “hıyaneti vataniye”nin sınırları muhalif-muvafık herkesi kapsayabilecek biçimde genişliyor. Lafı “Sağ ve esen kalmak için bize boyun eğmekten başka çareniz yok!” demeye getiriyorlar aslında!
Sadece söylem mi?
Ancak, zihnen iktidarın yarattığı “paralel evrende” veya “yalan dünyada” kısılıp kalanlar haricinde hiç kimse bu işin böyle devam edebileceğine inanmıyor. Elbette iktidar da. O da bir şeyler olacağının, bir şeyler yapması gerektiğinin farkında. RTE’nin ve ortağı Bahçeli’nin tehdit ve hakaretlerinden yola çıkarsak, “ebedi” kılmaya çalıştığı “milliyetçi-mukaddesatçı” saltanatını sürdürebilmek için yapılması gerekenlerin “hayırlı” şeyler olmadığı çok açık. O nedenle kullanılan tehdit ve şiddet dilini, her seçim döneminin olağan söylemi olarak değil, açık ve örtülü maddeleriyle bir “program” olarak görmek gerekiyor. Çünkü iktidar, yani yeni rejim, dış politikada olduğu gibi iç politikada da “yumuşak gücünü” kaybedeli çok oldu. O nedenle iç ve dış politikaları arasında sadece yöntem değil, dil farkı da kalmadı. Artık her yerde “terörle” mücadele ediyorlar; dolayısıyla da onlardan olmayan herkes terörist oluyor!
Düzen partileri; ana muhalefet “faşizme” karşı..!
Yani durum tehlikeli. Ayrıca kendini muhalif olarak gören kime sorsanız bu tehlikenin farkında! Ancak başta ana muhalefet olmak üzere hemen herkes sanki hiçbir şey yokmuş veya olmayacakmış gibi yaşamaya ve siyaset yapmaya devam ediyor. Bir yanda var olduğu iddia edilen “faşizm”, öte yanda bildiğimiz siyaset tarzı! Düşünsenize, rejimin değiştiğini söyleyenlerin en önemli derdi şu sıralar aday listelerinin düzenlenmesi! Parti içi kavgalar, yeni baskı rejimine karşı mücadelenin yöneliş, program, strateji ve taktikleri üzerinden değil, aday isimleri üzerinden yürüyor. Beklediği veya istediği adaylığı kapamayanlar partisinin “faşizm” karşısında yenilmesini bile göze alıp bir başka partiden aday olabiliyor! Üstelik bu rejimin yıkılması halinde yerine ne konulacağına dair az çok kapsamlı bir programdan eser yok. Herhalde içten içe “Rejimi kim yıkacaksa sonrasını o düşünsün!” diyorlar ; veya başında kendileri olmaları şartıyla ve elbette belirli bazı rötuşlarla, en tepedekilere büyük güç ve avantaj sağlayan “başkanlık rejimini” sürdürme niyetindeler. Hani bugüne kadar kimsenin ağzından parlamenter sistemin ihyasında nasıl bir yol izleneceğine ve bu defaki parlamentarizmin nasıl bir şey olacağına dair neredeyse tek bir söz duymadık da… Burjuva muhalefet partilerinin bu konularda, tarihsel ve toplumsal planda temsil ettikleri burjuvazi (mesela TÜSİAD) kadar endişeli olmadığı veya endişeli olsalar da güçsüzlük, acziyet veya bir takım gelecek hesapları nedeniyle muhtemelen işi zamana, iktidarın doğal yıpranmasına veya başkalarına havale ettikleri görülüyor!
İktidar için söylediğimizi, burada burjuva muhalefet için de tekrar edebiliriz. Bunların da onca zamandır muhalefette olmalarına rağmen esasa ilişkin söyleyecek bir lafları yok. Yani aynı biçime muhalefetin de anlatabileceği bir “hikâye” yok gibi; hani şöyle pırıltılı bir “demokrasi hikâyesi” falan. Belki de esasa ilişkin bir lâf ettiklerinde bunun temsil ettikleri sınıf açısından çok “radikal” veya “devrimci” kaçabileceğini, halkı “tahrik” edebileceğini düşünüyorlar!
Çürümüş iktidarın ömrünü uzatan bu “suskunluk” sınıfsal bağlılıkların yanı sıra milliyetçi bir çıkar ortaklığının da ifadesi. Rejim de bu durumun fazlasıyla farkında olduğu için mesela içeride ve dışarıda Kürtlerle savaş üzerinden burjuva muhalefeti burnundan tutup istediği yere sürüklemeyi başarıyor. Öyle bir “muhalefet” ki kendi milliyetçiliği nedeniyle, iktidarın en büyük silahı haline gelmiş milliyetçilikle lâf düzeyinde bile mücadele edemiyor. Savaşı ve savaş tehdidini varlığının temeli haline getirmiş bir iktidara karşı muhalefet saflarından “barış” üzerine tek bir söz dahi çıkmıyor.
Kısacası ne bu rejimin geriletilmesi veya yıkılması, ne de “demokrasi” ve “barış” hedefi açısından belli başlı düzen partilerine güvenmek mümkün değil. Onların memleket ve elbette memleket deyince öncelikle akla gelmesi gereken emekçi halk için hayırlı birtakım dönüşümlere önayak olma ihtimalleri yok. Onlar ancak ortaya çıkabilecek “fırsatlardan” nasıl yararlanabileceklerinin hesabıyla meşgul olacaklardır. Elbette öncelikle, olacakların ardından burjuvazinin egemen-sömürücü sınıf olarak yine en üstte kalması ve yeniden kurulacak “demokrasinin” ekonomik ve sosyal bedelinin işçi sınıfı ve emekçilere ödetilmesi koşuluyla…