Kafa karışıklığı; Gezi’den sonra, bizimkiler emperyalizme karşı…
Saray rejiminin en son, S-400’ler bağlamında giriştiği “emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin” solun şu veya bu kesiminde kafaları karıştırmaması için elimizden geleni yazıyoruz! Hani ne olur ne olmaz diye. Kaldı ki rejimden en hoşlanmayanlar arasında bile, mevzu “dış güçler” ve dahi “bağımsız dış politika” oldu mu, “vatanseverlik” gereği bir sahiplenmenin izlerini, hatta ifadelerini görüyoruz. “Solun” bir bölümü ise iktidarın “devlet yanlısı” ve “bağımsızlıkçı” politikaları nedeniyle zaten açık bir destek verme konumunda.
Nereden nereye!
Önceki yazıda da belirttiğim üzere, milliyetçiliğin her çeşidiyle antiemperyalizmin birbirine bu derece karıştığı bir dünyada bu meseleyi olabildiğince açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Ancak öncelikle meselenin memleket içindeki seyrini ele almak şart. RTE’nin en azından bir Batı düşmanı olarak, dini ve kültürel nedenlerle, yani kendi ölçüleri içinde de olsa, gençliğinden beri “emperyalizme” şiddetle karşı olduğundan, eline fırsat geçse ona karşı savaşmak istediğinden şüphe yok. Ancak “Neye niyet neye kısmet” derler ya; kaderi ya da parlak talihi onu en azından bir dönem için emperyalizmin İslam dünyası için tasarladığı ekonomik, siyasi ve toplumsal geleceğin “model ortağı”, hatta “eş başkanı” haline getirdi. Bu arada başarısı o kadar kıskanıldı ki kendisi ve partisi hakkında emperyalizmin bir projesi olduğuna dair çeşitli iddialar ortaya atıldı. Dünya ekonomik ve finansal konjonktürünün uygun olduğu dönemde, Batı ile sorunsuz sayılabilecek bir işbirliği içinde memlekette ciddi bir “ekonomik şişmenin” mimarı oldu. Elindeki siyasi ve toplumsal araçların sağladığı ilişki ve kontrol ağı sayesinde bu ekonomik şişmeyi üst üste seçim başarılarına tahvil etti. 2008 dünya bunalımının ülkede yol açtığı görece kısa süreli bir ekonomik sarsıntının ardından, uluslararası “parasal genişleme” sayesinde durumu toparladı. Ancak talihi 2013’te dönmeye başladı; dışarıda dünya ekonomisindeki gelişmeler, içeride ise “Gezi Kalkışması” nedeniyle…
Gezi’den sonra
RTE’nin kendisini adeta dehşete düşüren Gezi’ye tepkisi çok sert oldu. Bugünlerde, çıkmaza giren dış politikanın ve sorumluluğunu “dış güçlere” yıkmaya çalıştığı ekonomik krizin de etkisiyle daha üst perdeden dile getirdiği “emperyalizm karşıtlığını” ilk defa o zaman açık bir biçimde ilan etti! Gezi, aynı bir önceki dönemin “renkli devrimleri” gibi Batı destekli, hatta onun tarafından organize edilmiş bir eylemdi! Asıl nedeni, RTE döneminde olağanüstü bir ekonomik ve politik gelişme gösteren ve giderek büyüyen bir bölge gücüne dönüşen Türkiye’nin yolunun kesilmek istenmesiydi. Mesela, İstanbul’da yapılmakta olan muazzam büyüklükteki havalimanı, tamamlanması halinde Almanya’nın Frankfurt Havalimanı’nı ekmeğinden edecekti. Bu nedenle, yüzbinlerin katıldığı protesto eylemlerinde, Alman parmağı olduğu öne sürüldü. Tabii işin içinde sadece ABD, AB, Soros vb. dış güçler değil, “yerli işbirlikçi” olarak büyük sermayenin malum kesimi de vardı. Bu patronlar (mesela Koç ailesi) emperyalizm yanlısı menfur emelleri doğrultusunda Gezi Parkı’nın hemen yanındaki otellerini eylemcilerin hizmetine tahsis etmişti! Ardından gelen 17-25 Aralık vakası kuşkuları çığırından çıkarırken, 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte iş, iktidar saflarında tam bir “antiemperyalizm çılgınlığına” dönüştü. Emperyalist Batı, RTE’yi açıkça devirmek istiyordu. Birkaç yıllık sürecin ardından tamamlanan rejim değişikliğinin ve günümüzün “milliler-gayrı milliler” ayrımının temelleri bu “vahim gerçeklik” üzerinden atıldı. Zaman ilerledikçe RTE’nin emperyalizme karşı savaşının gerekçeleri hemen hemen bütün iç ve dış sorunları da kapsayarak dallanıp budaklandı.
Gezi ile ilgili kısa bir not
RTE için bir dönüm noktası olan Gezi üzerine birkaç laf etmeden geçmeyelim. Katılanların ve destekleyenlerin, RTE’nin Gezi’nin “dış bağlantıları” ile ilgili iddialarını şiddetle reddettiği malumdur: Gezi asla emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından düzenlenmiş bir provokasyon değildi. Milyonlarca insan, hak ve özgürlüklerini baskı altına alan gerici bir iktidara karşı özgürlük, adalet ve demokrasi talebiyle sokaklara dökülmüş ve günlerce polisle çatışmıştı. Ancak aynı kitlenin büyükçe bir bölümünün (ulusalcılar ve daha ötesi), örneğin “Arap Baharı” üzerine ettiği laflar düşünüldüğünde, Gezi’nin başka bir ülkede cereyan etmesi halinde bu kesim tarafından çok büyük bir ihtimalle emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin bir tezgâhı, emperyalizme direnen bir hükümetin tasfiye edilmesi planı, ABD ve AB’nin bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmek için hazırladığı bir proje olarak görülecekti. Yazının başında sola musallat bir kafa karışıklığından söz etmemizin başlıca nedenlerinden biri de budur. Yani ülkesine göre değişiyor olsa da RTE ile solun önemli bir bölümünün, baskı rejimlerine karşı ortaya çıkan bu tip kitle hareketlerine bakışlarında bir çeşit “metodolojik” ortaklıktan söz edilebilir.
Bizimkiler emperyalizme karşı!
Bizimkilerin emperyalizm karşıtlığı ve bağımsızlık aşkı elbette bir takım devrimci fikirlere dayanmıyor. Batı karşıtı İslami düşünceleri bir yana, “emperyalizmle” ilgili asıl sorunlarının, iktidarı kaybetme korkularından, dış politikadaki iflaslarının yol açtığı çelişkilerden ve de Suriye-Kürt meselesinin azdırdığı bir gözden çıkarılma endişesinden kaynaklandığı ortada. Saray rejimi bu durumu dünya üzerinde benzer sorunlarla yüz yüze kalmış pek çok iktidarın yaptığı gibi sahte bir emperyalizm karşıtlığı, yani aslında çoğu zaman muhayyel “dış düşmanlar” üzerinden aşmaya çalışıyor. “Antiemperyalizm” burada bir örtüden başka bir şey değil!
Bu konuda daha önceki yazılarımdan birinde yaptığım bir değerlendirmeyi tekrar ederek şunları söyleyebilirim:
“RTE elbette gerçek bir antiemperyalist değildir. Onunki ABD ve AB ile sistem içi bir anlaşmazlıktır. Sorun RTE’nin Türkiye’yi emperyalist sistemden kopartma gibi bir hedefinin olmasından değil, bulunduğu bölgede sistemi tehlikeye düşürecek “özerk” girişimlere yönelmesinden doğmuştur. Türkiye’nin emperyalist sistemin bağımlı bir parçası olması, egemen sınıflarının bu sistem içindeki payını, ekonomik, siyasi ve askeri etkisini artırmak istemesinin, bölgesel bir hegemonyaya heveslenmesinin önünde engel değildir. İktidarın, sahip olmadığı, ancak olduğunu düşündüğü bir takım hayali güçlere dayanarak giriştiği işlerin yol açtığı tehlikeler sistemin belirleyici güçlerinin tepkisine yol açmıştır. Dış politikaya ilişkin bütün gelişmelerin, özünde Türkiye’deki rejim ve iktidar sorununda odaklanması RTE’nin “büyük güçler” için bir soruna dönüşmesine yol açmıştır. Evet, nihayetinde o bir kapitalist ve burjuva politikacısı olarak kapitalist-emperyalist sistemin bir parçası olsa da artık arızalı bir parçadır. ABD, vakti zamanında bir CIA ajanı olan Panama Başkanı Noriega’yı ve İran’la savaşta onca teşvik edip destek verdiği Saddam’ı sistem için birer arızaya dönüşmeleri nedeniyle devirmişti.
Elbette Türkiye bir Panama veya Irak değildir. Sistem içindeki ekonomik, politik ve askeri konumu ve ilişkileri farklıdır. Ancak hesaba katılması gereken bir durum vardır: “Soğuk Savaş” ve ardından gelen “Tek kutuplu ABD hegemonyası”, özellikle 2008’de başlayan dünya krizinin de etkisiyle, sona ermiş, bu da bir takım merkezkaç kuvvetleri harekete geçirmiştir. Dünya bugün “bilinmedik” sularda seyretmekte, güç dengeleri yeniden şekillenmektedir. Türkiye’nin “paranormal aktivitelerini”, parçası olduğu emperyalist sistem içindeki geçimsizliğini, burjuvazisi adına bölgesel payını artırma çabalarını, NATO ile olan dertlerini, “bağımsızlık” söylemlerini ve başkanlık rejiminin sorunlarını bu bağlamda ele almak gerekiyor. Kısacası, dünya ahvali, yeni dönemin bilinmeyen pek çok tehlike ve ihtimalini de barındırmaktadır. Bugün için düşündüğümüzde Türkiye, ABD açısından çok büyük bir ihtimalle Panama veya Irak, RTE de Noriega veya Saddam olmayacaktır. Emperyalist merkezlerin Türkiye politikaları o örneklerden çok daha dengeli, temkinli, hesaplı ve çok yönlü olacaktır. Ancak işlerin bir iktidar çılgınlığının da etkisiyle iyice çığırından çıkmaya başladığı bir noktada neler olacağını bilemeyiz; ama kesin olan bir şey var, Batı’da hiç kimse, hangi yoldan giderse gitsin Tayyip Bey’in ardından ağlamayacaktır; yerli-yabancı büyük sermayeye yaptığı onca hizmete rağmen…” (O Bir Antiemperyalist. Kasım 2017)
Rejimin dış dünyayla olan diplomatik ilişki ve anlaşmazlıklarını, Suriye Kürdistanı sorununda ABD ile yaşadığı “üzerine gül koklanma” sendromunu, S-400’ler olayında ayyuka çıkan “bağımsızlık” aşkını bu minval üzerinden değerlendirmekte yarar var. Yoksa kendimizi en olmadık yerlerde “emperyalizmle mücadele ederken” buluveririz…!
Devamı haftaya