Yerli ve milli Saray rejimi “emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesine” en sert biçimde devam ediyor! RTE, Ankara-Niğde Otoyolu 2. Kesim Açılış Töreni’nde ABD’nin S-400 füze sistemleri nedeniyle aldığı yaptırım kararıyla ilgili olarak “asıl amacın ülkemizin savunma sanayiinde başlattığı atılımların önünü kesmek” olduğunu; bu kararın ülkemizin egemenlik haklarına yönelik aleni bir saldırı anlamına geldiğini söyledi. Tabii, bu kadarla da kalmadı; katıldığı video konferansın asıl konusu otoyol açılışı olsa da o lafı her zaman olduğu üzere konuyu “iç düşmanlara” getirerek “Son yedi yıldır uğradığımız her saldırıyı nasıl boşa çıkardıysak bu beşinci kol faaliyetlerini de aynı şekilde hüsrana uğratacağız … Türkiye’yi istedikleri gibi yönlendiremeyenlerin ülke içindeki muhalefeti, kurumları maşa olarak kullanma gayretlerini yakından izliyoruz…” dedi. Konunun bütünlüğü içerisinde Cumhurbaşkanı’nın “beşinci kol faaliyetlerinden” kastının “dış güçlerle” irtibat halinde olan, onların hesabına çalışan “içerideki hainler”, yani bildiğimiz muhalefet olduğunu söyleyebiliriz.
Bir “iç savaş rejimi” ve “hainler-haşereler”
Yıllar önce, (2014) hedeflenen yeni bir rejimi işaret ederek, böyle bir rejimin kaçınılmaz biçimde giderek bir “iç savaş rejimi”ne dönüşeceğini söylemiştik. Kastımız, öncelikle, bu tür baskı rejimlerinin varlıklarını, pek çok başka şeyin yanı sıra nüfusun bir bölümünün “vatan haini, millet düşmanı, gayrı milli” ilan edilmesi üzerine kurmalarıydı. Nitekim iktidar cephesinin söylemleri ve yer yer eylemleri bu yolda hızla ilerlediklerini göstermektedir. İktidarın bu politikasını basitçe seçim ve oy meseleleriyle ilgili bir “kutuplaştırma” taktiği olarak göremeyiz. Bu “kutuplaştırma” bir seçim taktiği olmaktan çıkmış ve rejimin “bekasını” amaç edinen bir savaş stratejisine dönüşmüştür. Rejimin iktidar anlayışı sertleşirken, “iç savaşçı” söylemi, son zamanlarda ağırlıklı olarak bu konularda tecrübe sahibi ortağı tarafından dile getiriliyor olsa da, giderek “soykırımcı” imalar içermeye başlamıştır.
Kısa bir süre önce MHP Genel Başkan Yardımcısı, Kürt siyasi hareketinin adını vererek “itlaf” edilmesi gereken “haşerelerden” söz etmiştir. Kısacası rejim, karşıtlarını giderek bir “hainler-haşereler” bloğu olarak görme noktasına varmıştır. Yani konu alışıldığı üzere ilk elde Kürtlerin istikbaliyle ilgili görünse de ortada bütün topluma, özellikle de muhalif kesimlere yönelik, darbecilik suçlamasının da sık sık dahil edildiği ciddi bir tehdit vardır. Başta CHP olmak üzere bütün muhalefete dönük “terörle işbirliği” suçlamaları da tesadüf değildir! Bu tür tehditlerin çeşitli bahane ve nedenlerle gerçekleşmeleri halinde hangi boyutlara varabilecekleri hem ülkemizdeki, hem de dünyadaki örnekleriyle bilinmektedir. Şu günlerde yıldönümünü yaşadığımız 1978 Maraş Katliamı ve benzeri faşist kıyımlar ve daha sonra yaşanan bazı kitlesel saldırı ve cinayetler unutulmamalıdır.
Bir insan topluluğunun ezilmesi, köleleştirilmesi veya yok edilmesi gerektiğinde onların “insan” dahi olmadıkları ve bunun yanı sıra “hain” oldukları düşüncesinin topluma yayılmaya çalışılması bilinen bir yöntemdir. Toplu cinayetlere, kitlesel kıyımlara, soykırımlara, bu yolla toplumsal bir “meşruiyet” kazandırılmak istenir. Örneğin 1994’teki, üç ayda yaklaşık 1 milyon kişinin katledildiği Ruanda Soykırımı, ülkenin tarihsel geçmişi nedeniyle daha önce “hain” ilan edilmiş olan azınlıktaki Tutsiler kastedilerek, “hamamböceklerini öldürün!” çağrısıyla başlatılmıştır. Ancak yine Ruanda’da, öldürülenler sadece Tutsiler değil; soykırımda “ılımlı Hutular” diye tanımlanan çok sayıda muhalif Hutu’nun da öldürüldüğünü biliyoruz. Aynı şekilde Nazi Almanyası’nda Yahudilerin insan dahi sayılamayacak hainler olduğu düşüncesi topluma hâkim kılınmıştır. Yani birileri “haşereleri itlaf” etmeye karar verdiğinde işlerin nerelere varabileceği hesap dahi edilemez. Böyle bir şeye cesaret edebilmeleri halinde faşist katiller kanlı işlerini yarım bırakmak istemeyeceklerdir. Çünkü onlara göre, kendileri gibi olmamak bir suçtur, muhalefet eşittir ihanettir ve “hainler” mutlaka cezalandırılmalıdır!
Elbette kolay değil, ancak…
Tabii bu işler o kadar kolay değildir, ancak bir kere gerçekleştiklerinde yarattıkları hasar ve sonuçlarla uzun yıllar altından kalkılamayacak sonuçlara yol açarlar. Asker ve sivil yüksek devlet bürokrasisinin yürürlükteki rejim içinde görünürde kime bağlı olduklarından bağımsız olarak, işlerin çığırından çıktığı bir noktada, “kardeş kavgasını son verme bahanesiyle” duruma vaziyet ettikleri ve ciddi iç ve dış destekler aldıkları bilinen bir gerçektir. Örneğin 1975-80 dönemindeki faşist saldırı ve iç savaş taktikleri, (Maraş Katliamı bunun bir parçasıydı) solun çok sert bir biçimde karşılık vermesiyle doğrudan kendi hedeflediği sonuca varamamış olsa da yarattığı ortamla bir askeri diktatörlüğün kapılarını aralamış, bahanelerini oluşturmuştur.
Yanlış anlaşılmasın, akılda kalan genelde bir yazının en sivri notaları olsa da otomatik ve mutlak bir sonuçtan söz etmiyoruz. Burada sözü edilen verili koşulların ve tarihsel tecrübelerin hatırlattığı birtakım eğilim ve ihtimallerdir. Bazı şeyler pek çok nedenden dolayı kolay ve cesaret edilebilir olmasa da “iktidar çılgınlığı”nın ve “akıldışı hesapların” kimlere neler yaptırabileceğini tam olarak bilmek mümkün değildir. Sorun tek başına bugünkü iktidar ve rejim de değildir; bu rejimin yöntemlerinin, söylemlerinin, yol açtığı ortamın, keskinleştirdiği çelişki ve gerilimlerin süreç içinde kendisinden daha beter sonuçlara ve ihtimallere gebe olduğunu unutmayalım.
Garantili bir kurtuluş reçetesi var mı?
Bütün bunlardan dolayı burjuva muhalefetin, ekonominin kötüleşmesi, yönetim başarısızlığı vb. nedenlere dayandırdığı “garantili seçim sonuçları” ve “garantili kurtuluş” reçetelerine fazla güvenmemekte yarar var. O seçimlerin yapılabilmesi veya hilesiz hurdasız yapılabilmesinin bile ciddi toplumsal ve siyasi mücadeleleri gerektirdiği bir süreçte her türlü kıyım ve imha tehdidine karşı da dikkatli ve uyanık olmak gerekir. Bu tür lafları sadece bir “söylem” olarak görüp geçiştiremeyiz. Bu tehdit dolu ırkçı ve milliyetçi söylemler, dünyada ve ülkemizde yaşanmış ve yaşanabilecek olan bütün sonuçlarıyla birlikte, henüz bir eyleme dönüşmeden çok yüksek sesle teşhir edilmelidir.
“Yerli ve milli” Saray rejiminin “emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi” gerçekte kendi her türlü denetimden muaf “bağımsızlığı” için yürüttüğü bir mücadeledir. Bu “bağımsızlık” son derece tehlikeli söylem ve eylemleriyle, başta çoğunluğu oluşturan emekçiler olmak üzere Türkiye’nin büyük bir bölümü için ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Buna karşı gerçekçi ve kitlesel bir mücadele yürütülmesi şarttır…
Ankara-Niğde Otoyolu’nun bazı hallerde nerelere uzanabileceği akıldan çıkarılmamalıdır!