Marksizme göre, insanlar kendi tarihlerini yapıyor olsalar da bunu kendi keyiflerine göre yapamazlar! Tarih, hiçbir zaman güç sahibi kişilerin, toplumsal grupların amaçlarına, istek ve hedeflerine uygun tek yönlü bir gelişme göstermez. Toplumsal gelişme, birtakım iç yasaları olan karmaşık bir süreçtir.
Engels, “Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” adlı eserinde, toplumların tarihsel gelişimi üzerine şu aydınlatıcı sözleri söyler:
“İstenen amaç nadiren gerçekleşir; çoğu durumlarda, peşlerinden koşulan amaçlar ya çapraz düşer ve çelişirler ya daha başlangıçta gerçekleştirilmeleri olanaksızdır ya da bunları gerçekleştirecek araçlar yetersizdir. Davranışların istenen hedefleri vardır, fakat bu davranışların gerçekte vardıkları sonuçlar istenmemektedir; ya da başlangıçta istenen hedefe uygun düşüyor görünseler de eninde sonunda istenilenden tamamen farkı sonuçlar verirler.
Her biri kendi bilinciyle istediği amaçların peşinden giderek, biçimi ne olursa olsun, insanlar kendi tarihlerini yaparlarve zaten tarih çeşitli yönlere çeken bu çok sayıda istencin ve onların dış dünya üzerindeki etkilerinin bileşkesinden ibarettir… Böylece tarihte etken olan çok sayıda bireysel istencin, büyük kısmı itibariyle niyet edilenden tamamen farklı- hatta sık sık ona doğrudan doğruya ters düşen- sonuçlara vardığını ve dolayısıyla arkalarındaki güdülerin, nihai sonuç bakımından ancak ikinci derecede bir öneme sahip olduğunu gördük.” (Felsefe İncelemeleri. K. Marx-F. Engels. Yordam Kitap. S: 61-62. Çev: Cem Eroğul)
Tarihsel Yasalar Saray Rejimi İçin de Geçerli Mi?
Konumuz, Türkiye’nin ve Saray rejiminin gidişatı olunca, Engels’in bu felsefi sözlerini, günlük dilimize, en azından bir yönüyle ve biraz da amiyane biçimiyle “Neye niyet, neye kısmet!” olarak da çevirebiliriz! Engels’in ifade ettiği tarihsel-toplumsal yasa elbette rejimin hedeflerini ve güçlerini de kapsamaktadır. Çünkü tarih, hiçbir güce sonsuz bir ayrıcalık bahşetmez; üstelik de bu gücün fazlasıyla yıpranıp gerilediği bir dönemde.
Memleket siyasetinde çok uzunca bir süredir “tek bir adamla” muhatap olmak zorunda kalsak da hiçbir rejimin bir “tek adamdan” ibaret olmadığını, tarihsel ve toplumsal süreçlerin çok sayıda unsuru, değişkeni ve dinamiği içerdiğini, düz bir çizgide ilerlemediğini ve hiç gitmez sanılan muktedirleri tarih sahnesinden yolcu edebilecek karşıt güçleri yarattığını biliyoruz. Buradan kalkarak toplumca sık sık tehditlerine, sözlü ve fiziksel güç gösterilerine maruz kaldığımız iktidar sahiplerinin temsil ettiği toplumsal güçlerin ve Türkiye’nin “milliyetçi-mukaddesatçı” burjuva gericiliğinin, maddi ve manevi olarak büyük hasarlara yol açsalar da nihai bir zafere ulaşabileceklerine ve ülkenin tarihsel geleceğine el koyabileceklerine ihtimal vermiyoruz. Bu güçler de, Engels’in vurguladığı gibi, başlangıçta istenen hedeflerine uygun olmayan, niyet edilenden farklı, hatta ona tamamen ters düşen, hiç istemedikleri sonuçlara varacaklardır.
Ancak…
Ancak “tarihin zamanıyla”, biz ölümlülerin “bireysel zamanı” arasındaki farkın da bilincindeyiz. Bu nedenle öncelikle eldeki verilerden ve bunların işaret ettiği açık tehlike ve tehditlerden yola çıkılması gerektiğine inanıyoruz. Yani “Bir şey olmaz, biz bağımlı ülkeyiz, ABD ve AB kabul etmez, nasılsa burjuvazi izin vermez, bunlar neticede uzlaşırlar, seçim sonuçlarını mecburen kabul edip tıpış tıpış giderler” diyerek, güncel tehlikelerin üzerinden atlayamayız.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere Saray rejiminin, temsil ettiği güçlerle birlikte nihai bir zafer kazanma ihtimali yoktur. Bu rejim yenilecektir. Ancak bu onun çok kısa bir süre içinde tarih sahnesini terk edeceği anlamına gelmemektedir. Toplumsal mücadelelerde ve siyasette zaman çok önemli bir etkendir. Rejim açısından sonuç yenilgi olsa da o aradaki süre boyunca yaşananlar çok önemlidir. Bu nedenle, gerçeklikle bağlarını koparmaya başlayan rejimlerin, sadece kendileri için geçerli bir mantık doğrultusunda, son derece tehlikeli girişimlerde bulunma ve belirli bir süre boyunca ülkeye toplumsal ve siyasi planda büyük acılar yaşatma ihtimalleri küçümsenemez. Bu tür girişimlerin yol açabileceği askeri, sivil darbeler, saray darbeleri, darbe içinde darbeler, bu sarsıntıların neden olabileceği kışkırtılmış etnik çatışmalar, mezhep kavgaları, geçmiştekine benzer kıyımlar, göz ardı edilemeyecek ihtimallerdir.
Adı üstünde, iktidar, sahibine güç kazandırır. Ancak bu güç asla sonsuz değildir. Bu kural Saray rejimi için de geçerlidir. Her güç, harekete geçirdiği çelişkilerin şiddeti oranında kendi karşıtını da yaratır. Zaten toplumsal ve siyasal planda pek çok değişikliğin temelini oluşturan “güç dengeleri”nin değişken niteliği de bundan kaynaklanır. Gerilemeye başlayan rejimler bazen “iktidar çılgınlığına” kapılıp akıl dışı işlere girişseler de, bu her zaman geçerli bir kural değildir. Değişen güç dengelerinin kendilerine artık sınırsız bir hareket imkânı vermediğini ve elindeki güç araçlarının büyük çaplı ve gözü kara girişimler için yetersiz hale geldiğini fark eden iktidarlar, (Her yerde “akıllı” birileri çıkabilir!) kendilerini o yönde zorlayanlar olsa da “ya hep ya hiç” mantığından uzak bazı uzlaşma ve yumuşak geçiş imkânları arayabilirler. Yani Saray rejimi de bir zaman sonra, yaşadığı güç kaybının ortaya çıkardığı ihtimallerin daha soğukkanlı bir muhasebesine dayalı, görece taviz kâr ve uzlaşmacı bir tutuma yönelebilir. Bu bir ihtimaldir. Ancak rejimin en tavizkâr anında bile terk edemeyeceği mevzi ve alanlar olduğu bilinmektedir. Bazı konularda gelinen dönülmez noktaların varlığı ve RTE’nin konumunun kabul edilmesinin her türlü anlaşmanın ön koşulu olarak ileri sürülmesi böyle bir uzlaşmayı şu an için imkânsız hale getirmektedir. İktidarın, daha bir süre ve elbette Türkiye için bile olağanüstü sayılabilecek bir durumun ortaya çıkmaması halinde “bildiğimiz” usullerle sürdürülmeye çalışılacağını öngörebiliriz. “Suç mahalline” dönmüş, her tarafı kanıt ve parmak izleriyle dolu bir ülkede bu alanı geçici bir süre için dahi başkalarıyla paylaşmanın, buraya başkalarını sokmanın kolay olmadığı açıktır!
“Devri Sabık” Yaratmadan, “Cezasız” Bir Uzlaşma Olur Mu?
Ancak hem ülkenin, hem de rejimin krizinin tamamen yönetilemez hale geldiği bir noktada, mesela bir “çöküşün” eşiğinde, iktidar sorununun uzlaşma yoluyla çözülme ihtimali vardır. Bu, rejimin gücünün büyük ölçüde tükendiği, daha fazlasına cesaret edemediği, büyük sermayenin doğrudan devreye girdiği, burjuva muhalefetinin de kendi hedef, imkân ve sınırlılıklarının bilincinde olarak kazasız belasız bir geçiş için (bizce seve seve) kabullendiği bir durum olacaktır. Bu durumda iş büyük sermayenin önde gelen sözcülerine, becerikli arabuluculara, her iki taraftan bir takım âkil adam ve kadınlara, siyasetçi eskilerine ve de geçişe nezaret edecek, hatta bazı durumlarda “ayar verecek” bir takım kurumlara kalacak ve en birinci koşulu “devri sabık yaratmamak” ve “cezasızlık” olacaktır. Tamamen burjuvazinin yararına olacak böyle bir çözümün gerçekleşmesi halinde bizlerden de “demokrasi” adına “bağrımıza taş basıp” böyle bir duruma katlanmamız istenecektir!
Gelecek günler pek çok ihtimale gebedir. Neyin nasıl yürüyeceği konusunda önümüzdeki seçim süreci pek çok açıdan belirleyici olacaktır. Ancak dediğimiz gibi bizler şu anda en kötü ihtimallere hazır olmak zorundayız. Emekçiler arasında “yazılı olarak garantisini” veremeyeceğimiz bir iyimserliği yaymaktan uzak durmakta büyük yarar var. Devrimci siyaset “Yok yaa, olmaz”larla veya olmasını istemediğimiz şeyleri aklımızdan uzak tutarak yapılamaz.
Kâbustan Kurtulmak İçin
Engels’in felsefi bir derinlikle ifade ettiği tarihsel yasanın Saray rejimi için de geçerliliği tek başına bir “teselli” kaynağı olamaz. Üstelik Üstat’ın işaret ettiği tarihsel engeller herkes için geçerlidir. “Bunların” gitmesinin ardından her şeylerin düzeleceği ve bizleri huzur ve mutluluk dolu bir geleceğin beklediği inancında değiliz. Ancak tarihsel koşulların önümüze getirdiği sınırlar ne olursa olsun, bu sınırların genişletilmesi ve bir zaman sonra aşılabilmesi emekçilerin bilinçli ve örgütlü bir güç olarak sürece dahil olmasına bağlıdır. Aksi halde hayatımızı geçmişte olduğu gibi gelecekte de sermayenin çizdiği sınırlar içinde, sonsuz bir kâbus olarak yaşamak zorunda kalacağız.
Hakkı Yükselen