Sakin Zamanlarda Demokrasi. Zaman Sorunu Olarak Sınıf Mücadelesi. Demokratik bir “aşama” mı, sınıfa ve devrime ihanet mi? İşçi Sınıfı Sokağa İndiğinde. Karar Anına Doğru…
Yazının 1. bölümündeki yaklaşımın, örneğin Türkiye’nin halihazırdaki koşullarında “abartılı” olduğunu ve “muhayyel” bir durumu temel aldığını söyleyecekler olabilir. Ancak yazının başında belirtildiği üzere konu, ABD’de yayımlanan 1900-2006 dönemini kapsayan bir bilimsel araştırmada ortaya konan, işçi sınıfının demokrasi mücadelelerinde başı çekmesi, egemen bir konum kazanması halinde bu mücadelenin ileri bir noktaya ulaşmasında diğer toplumsal kesimlerden çok daha etkili olduğu sonucuyla ilgili. Yani adı geçen çalışmada farklı bir toplumsal durumdan, mücadele halindeki bir işçi sınıfından söz ediliyor. Biz de buradan yola çıkarak, baskı rejimlerine, diktatörlüklere karşı mücadelesiyle demokratik hak ve özgürlükleri topluma yeniden veya ilk defa kazandıran, bu mücadeleye en azından fiilen önderlik eden, hatta demokratik anlamda bir “politik devrimi” hayata geçiren bir işçi sınıfından, onun sahip olduğu toplumsal potansiyelden ve burjuva demokrasisinin aşılması gereken sınırlılıklarından, daha da ötesi bir takım yapısal tehlikelerinden söz ettik.
Yazının bu ve bundan sonraki bölümünde ise, ilk bölümde zaman zaman vurguladığımız üzere, böyle bir tarihsel fırsatın, demokrasi konusundaki mekanik birtakım soyutlamalar, ekonomist-evrimci bir mantığa dayalı “zorunlu aşamalar”, demokratik yanılsamalar ve açıkçası burjuvazinin, çoğu zaman kendisiyle bile değil, “avukatlarıyla” girilen uzlaşmacı-sınıf işbirlikçisi ittifaklar, cepheler yoluyla heba edilmemesi gerektiği üzerine görüşlerimizi belirteceğiz.
Sakin Zamanlarda…
Ancak önce işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin geri, toplumsal etkisinin zayıf, eylemlerinin epeyce dağınık, siyasi olarak da burjuvaziye bağımlı olduğu koşullarda veya genel olarak “devrimci olmayan”, sınıf mücadelelerinin düşük seviyelerde seyrettiği, görece istikrarlı ve durgun dönemlerde soruna nasıl yaklaşılması gerektiği konusuna değinmekte yarar var.
Faşizm, Bonapartizm, askeri diktatörlük gibi rejimler düşünüldüğünde (bazen zorlanarak da olsa) genel hatlarıyla iyi kötü işleyen bir burjuva demokrasisiyle de “idare edilebilir”; elbette sınıfın güçsüz veya pasif olduğu dönemlerde böyle bir demokrasinin çalışanlar açısından fazla uzun ömürlü olamayacağını, kaçınılmaz biçimde gerileyeceğini bilmek koşuluyla. Sınıfın reformist önderlikler altında da olsa yeterince güçlü, iktisadi ve siyasi durumun görece istikrarlı olduğu dönemlerde ise demokrasi, yine sınırlarını unutmamak (Ki, bu sınırlar kolayca unutulur!) ve bu sınırları olabildiğince genişletmek için mücadele etmek koşuluyla “kabul edilebilir” bir rejimdir. Geçmişi düşünüldüğünde bir “demokratik cumhuriyetin” çok büyük bir kazanım olduğu söylenebilir; tabii geleceği konusunda son derece uyanık olmak koşuluyla! Neticede bir burjuva demokrasisi, tarihsel ve toplumsal sınırları nedeniyle son derece “dikkat gerektiren” bir rejimdir.
Bir sosyalist devrimi amaçlasak da, sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinin, siyasi önderliklerinin çapının ve gücünün yetersiz olduğu, “daha fazlasına” yetmediği koşullarda devrimci hedefimiz elbette bu eksikleri tamamlamak için bütün gücümüzle çalışmak, gelecekteki muhtemel kitle seferberlikleri için gereken hazırlık ve örgütlenmeleri yapmaktır. Çabalarımız bunlarla da sınırlı olamaz: Böylesine devrimci olmayan durumlarda, burjuva demokrasisi koşullarında elde edilen hak ve özgürlüklerin, ekonomik kazanımların korunması, olabildiğince genişletilmesi, sermayenin ve onun devletinin, bazen son derece sinsice yöntemlerle, bu hak ve özgürlükleri daraltma, geriletme çabalarına ve çeşitli saldırılarına karşı olabildiğince örgütlü ve kitlesel bir direnç gösterilmesi, mücadele edilmesi başlıca görevlerimizden biridir. Bu anlamda demokrasinin savunulması emekçiler için bir zorunluluktur.
Ancak bundan da anlaşılacağı üzere böyle bir savunma, öncelikle sınıf mücadelesinin gereklerinin yerine getirilmesine bağlıdır. Çünkü demokratik hak ve özgürlüklerin, ekonomik ve sosyal kazanımların burjuva demokrasisi koşullarında korunup genişletilebilmesi ancak örgütlü ve kararlı bir sınıf mücadelesi ile mümkündür. Karşıt bir sınıfın (burjuvazinin) siyasi egemenliğinin bir ifadesi olarak burjuva demokrasisi, en “Batılı” ve “liberal” biçimleri de dahil, işçi sınıfına “el sürülemez” hak ve özgürlüklere dayalı güvenli bir toplumsal-siyasal ortam bahşetmez. Ekonomik altyapısı derin bir sınıfsal eşitsizliğe ve uzlaşmaz sınıf çelişkilerine dayalı bir demokrasi, siyasal alanda sağladığı eşitlik ne olursa olsun emekçiler için “tekinsiz” bir politik rejimdir.
Zaman ve Zamanlama Sorunu Olarak Sınıf Mücadelesi
Sınıf mücadelesinin tayin edici boyutlarından biri de “zaman” sorunudur. Demokrasi, değişmez bir düzen içinde işleyen statik bir olgu değildir: Gidişatı kendi diyalektiği, yani hareket yasaları, iç çelişki ve çatışmalarının neden olduğu kesintisiz bir değişim süreci tarafından belirlenir. Üstelik kapitalizmin periyodik, bazen çok uzayıp derinleşen krizlerle malul “depresif” niteliği nedeniyle bu değişim, pek çok durumda emekçilerin yararına bir seyir izlemez. Daha da önemlisi, sınıf mücadelesi tek yönlü, işçi sınıfına özel “öncelik ve ayrıcalıklar” tanıyan bir süreç değildir ve pek çok durumda sermayenin, işçi sınıfının “hazır olmasını” beklemeden gerçekleştirdiği saldırılarla çeşitli düzeylerde ve biçimlerde bir çatışmaya dönüşür. Aynı şekilde, sınıf mücadelesi sürecinin tek değişkeni işçi sınıfının hazırlık temposu değildir. Gerçek hayatta işçi sınıfı ve önderliklerinin faaliyetlerinin dışında, burjuvazinin tepkilerini, karşı hazırlıklarını, savaş planlarını, “erken” saldırılarını, dünya ekonomisi ve uluslararası ilişkiler içindeki konumunun gereklerini içeren pek çok değişken vardır. Kısacası sınıf mücadelesi alanında “gelecek döneme” ilişkin hazırlıkların gerçek ölçütü, kapitalizmin dengesiz-anarşik yapısının ortaya çıkartabileceği dinamikler, keskin değişimler, güç kaymaları, ani sıçramalar, karşıt toplumsal güçlerin niyet ve hazırlıklarıdır. Zaman ve zamanlama sorununun hayati önemi buradan kaynaklanır. Eğer sınıf mücadelesindeki başarısızlıklarımızla ilgi birtakım mazeretler beyan etme yoluna gitmeyeceksek “zaman” faktörünü olabildiğince “dakik” biçimde hesaba katmak zorundayız: Unutulmaması gereken, tarihin bizim mazeretlerimizle ilgilenmediğidir!
Demokratik Bir “Aşama” mı, Sınıfa ve Devrime İhanet mi..?
Bu yazının en başından itibaren anlatılanlar, en “ileri” biçimleri de dahil bir burjuva demokrasisinin, Türkiye’nin bilinen koşullarında, solun pek çok kesimi açısından özlemle arzulanan bir “demokratik cumhuriyetin”, işçi sınıfı ve emekçiler açısından “mutlu bir son” ve bir “ideal” olarak kabul edilemeyeceğini gösteriyor. Demokrasi konusundaki hatalı iyimserliklerin çok büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır.
Tabii, daha vahim “demokratik hatalar” da vardır. Örneğin doğrudan işçi sınıfının başı çektiği, onun kitlesel seferberlikleriyle ileri bir safhaya taşınmış bir demokrasi mücadelesinin, önderliklerin zihin dünyasındaki “soyutlanmış” bir aşamada durdurulması çok büyük bir hatadır. Bunun sonucu, pek çok tarihsel örnekte, yarım kalmış veya yenilerek birer karşıdevrime dönüşmüş devrimler olmuştur. Belirli bir iktisadi gelişmişlik düzeyine denk düşen, demokratik görevlerle sınırlı, istikrarlı, başlı başına ve eksiksiz “demokratik devrimci” bir aşama ve “rejim” yoktur. Bunun, gelecekteki bir proletarya iktidarının zorunlu ve kendi içinde bütünlüklü bir ön adımı (önüne çeşitli sıfatlar eklenecek bir “demokratik aşama”) olarak kabul edilmesi, eğer ortada bir sınıf uzlaşmacılığı veya benzeri bir ihanet yoksa, yenilgiyle sonuçlanacak büyük bir yanılgıdır. Bu, tarihte pek çok defa yaşandığı üzere, fiilen kazanılmış bir iktidarın çeşitli isimler altında ve bir takım sözde devrimci bahanelerle burjuvaziye teslim edilmesinden ve işçi sınıfının içine düşeceği tarihsel bir tuzaktan başka bir şey olmayacaktır.
Bir diktatörlük rejimine karşı işçi sınıfının başı çektiği demokrasi mücadelesi, ilk andaki siyasi hedefleri sınırlı da olsa, kitleselliği, talepleri ve yaratacağı muhtemel örgüt biçimleri açısından nesnel olarak devrimcidir. Bunun, ortaya çıkardığı dinamikler itibariyle bir devrimci duruma yol açma potansiyeli düşünüldüğünde, eylemin “aşamacı” bir anlayışla sınırlanması, bir işçi sınıfı iktidarı ve sosyalist devrim olasılığını, yani işçi sınıfı açısından tarihsel bir fırsatı harcamak anlamına gelecektir. Bu türden devrimci süreçlerde işçi sınıfının iktidarı eline geçirip geçiremeyeceğini belirleyecek olan, o ülkenin ekonomik gelişme düzeyi, kimilerine göre her ülkenin yaşaması “zorunlu bir demokratik aşamanın” henüz yaşanıp yaşanmadığı değil, toplumsal güç dengeleri, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyi, militan kararlılığı, diğer emekçi kesimler üzerindeki etkisi ve siyasi önderliğinin kavrayışı olacaktır. Böyle durumlarda devrimci sosyalistlerin görevi bu duruma uygun bir “demokratik aşama” icat etmek veya “mevzuatın” sınırlarından dem vurmak değil, mücadeleyi ileriye taşıyabilmek için sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinin artırılması, siyasi olarak eğitilmesidir; en azından Lenin’in dediği budur.
İşçi sınıfının, demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlamış veya tamamen ortadan kaldırmış bir rejime karşı önderlik ettiği, başı çektiği veya önemli roller oynadığı bir demokrasi mücadelesi, sırf bu sınıfsal niteliğinden dolayı bile “siyasi demokrasi” talebinin ötesinde, zorunlu olarak, bir bölümü kapitalist düzen tarafından karşılanması imkânsız bir dizi acil, ekonomik, sınıfsal talebi içerecektir. Hatta bazı demokrasi mücadelelerinin daha ilk başta bir veya birkaç yerdeki ekonomik mücadelelerle (mesela bir grev, dağıtılmak istenen bir işçi eylemi vb.), bu mevzi mücadelelerin hızla büyüyüp genele yayılmasıyla, hatta bir genel grev ve fabrika-işyeri işgalleri dalgasıyla başlaması da mümkündür. Mücadelenin bu temelde kitleselleşmesinin, epeyce erken bir zamanda “işin rengini” değiştirmeye başlaması kuvvetle muhtemeldir. (Mesela pembeden kırmızıya doğru!) Tabii, varsa siyasi önderliklerinin bilinç ve kavrayışı ölçüsünde…
İşçi Sınıfı Sokağa İndiğinde…
İşçi sınıfının, demokrasi mücadelesine kitlesel olarak katılmasının doğrudan sınıfsal nedenlerinin ve sonuçlarının olmaması mümkün değildir. Bu durumda, kendi sendikal veya siyasi önderlikleri tarafından sermaye ile “demokratik bir uzlaşmaya” veya “satışa” (çoğu zaman aynı anlama gelir!) kurban edilmedikleri takdirde, işçilerin “demokrasi mücadelesinde” er veya geç patronlarıyla karşı karşıya gelmeleri kaçınılmazdır. İşçi sınıfının, üretimdeki rolü, sistemin “sinir merkezlerine” yakınlığı, bu nedenle onu felç etme gücü düşünüldüğünde, bir “demokratik coşku” ortamında taleplerini çok daha büyük bir özgüven ve kararlılıkla ileri sürmesi, patronların “kalabalıklar” karşısındaki derin endişesini, tarihsel devrim korkusunu hızla harekete geçirecektir. Bu onları kitle seferberliklerini en kısa zamanda sona erdirmenin ve demokrasiyi olabildiğince sınırlamanın yollarını aramaya itecektir.
Mücadele içindeki işçilerin demokratik bilincinin temel olarak mensubu oldukları sınıfın üretim ilişkileri içindeki yeri ve maddi koşullarıyla sıkı bir bağı vardır. Bunun bazı durumlarda yarı bilinçli, hatta içgüdüsel bir bağ olması bu gerçeği değiştirmez. Ayrıca mücadelenin hız kazandığı dönemlerde işçilerin politik sınıf bilinci, uzun durgunluk dönemlerinden farklı olarak, çok kısa sürede ciddi bir sıçrama gösterebilir. Ekonomik ve siyasi bir krizin içinde debelenen bir burjuva diktatörlüğüne karşı işçi sınıfı içinde demokrasi talebinin yükselmesi, yani siyasi bir tepkinin doğması, gerçekte yaşam koşullarının tahammül edilemez bir derecede gerilemiş olması ve ağır yoksullaşmayla doğrudan ilişkilidir. İşçilerin “demokrasiden” bir takım acil ve vazgeçilemez talepleri, beklentileri olacaktır. Yani sınıf, bir “hayat memat” meselesiyle karşı karşıyadır ve bu nedenle “şiddetli” bir demokrasi mücadelesine, büyük kitleler halinde, çoğu zaman bir “patlama” anında katılır. Bu patlama anının gecikmesi, sınıfın tarihsel ve toplumsal rolünden kuşku duyanlar için bir “haklılık nedeni” olarak görülse de işçi sınıfının dahil olması demokrasi mücadelesinin gücünü, ivmesini ve gidişatını ciddi biçimde etkiler, ona devrimci bir yön kazandırır. Böyle durumlarda işçi sınıfı, içinde yaşadığı berbat ekonomik-sosyal koşulların (siyasi) demokrasi sayesinde köklü biçimde değişeceğini, temel taleplerinin ve olmazsa olmaz ihtiyaçlarının bu yolla karşılanacağını umut eder. Sonuç, farklı güçleri ve temsilcileri eliyle durumu yeniden kontrol altına alması halinde burjuvazinin vereceği, bir bölümü nispeten kalıcı, bazıları da geçici tavizlerin dışında, çoğu zaman hayal kırıklığı ve moral bozukluğudur. Ancak sürecin farklı bir seyir izlediği durumlar da vardır.
Karar Anına Doğru…
Mücadele sürecinde devrimci kitle seferberliklerinin hız kazanması, kitle öz örgütlenmelerinin ve özyönetim organlarının ortaya çıkmaya ve mücadelenin şiddetlenmeye başlaması halinde gidişat “demokrasi” açısından “gerilimli” bir hal almaya başlar. Diktatörlüklerin yıkılmasının hemen ardından çeşitli beklentileri besleyen vaatler eşliğinde henüz bir “sınıfsal balayı” dönemini yaşayan “taze” demokrasinin sınırlarının ciddi biçimde zorlanmaya başladığı görülür. Burjuvazi işçi sınıfı ve emekçilerin çok önemli bir rol oynadığı, onların talepleriyle şekillenecek bir demokrasi sürecinin kendisi için taşınamaz bir yük haline gelmeye başladığını, başlayacağını açıkça görmüştür. İşçi sınıfı ise giderek artan oranlarda, yarım bırakılmış veya kaderi yeniden burjuvazinin ellerine teslim edilmiş bir demokrasi sürecinin kendileri için bir yıkımla sonuçlanacağının bilincine varmaya başlamıştır. Artık bir karar anı yaklaşılmaktadır. Burjuvazi bağımsız işçi sınıfı eyleminin ve örgütlenmelerinin güç kazanıp “ikili iktidara” dönüşmeye ve bir “devrim” tehlikesi doğurmaya başladığı ölçüde, hatta bazen sadece işçi sınıfı eylemlerinin uzayıp gittiği durumlarda gerici karakterini açıkça ortaya koyarak sözde karşı olduğu “antidemokratik güçlerle” ortak sınıfsal çıkarları temelinde yakınlaşmaya başlar; burjuvazinin her türlü gerici ve darbeci” eğilimi depreşir.
Bu kritik karar anında bir devrim-karşıdevrim diyalektiği hükmünü icra etmeye başlar. Bir ikili iktidar durumunda, (süreç bir biçimde sönümlenmediği veya proletarya, uzlaşmacı önderlikleri aracılığıyla bir “demokratik dolandırıcılığa” kurban edilmediği takdirde) iktidar kesin bir biçimde ya burjuvazinin ya da işçi sınıfının eline geçecektir. Başka bir ifade ile ya burjuvazi, mücadele ile elde edilmiş demokratik hak ve özgürlükleri, emeğin kazanımlarını eskisine benzer veya başka türden bir diktatörlük eliyle ortadan kaldırılacak ve iktidara bütün olarak el koyacak; ya da işçi sınıfı, toplumun önder gücü olarak diğer emekçi kesimlerin desteğiyle iktidarı ele geçirecek ve özyönetim organları temelinde kurulacak bir işçi-emekçi hükümeti eliyle zorunlu sosyalist önlemlere başvurarak demokratik kazanımları garanti altına alacaktır.
Devam Edecek…
Hakkı Yükselen
Önceki Yazılar