ŞİLİ TRAJEDİSİNDEN BİZE KALAN DERSLER…

ŞİLİ TRAJEDİSİNDEN BİZE KALAN DERSLER…

MURAT YAKIN

11 Eylül 1973 tarihinde parlamenter yollarla iş başına gelmiş olan Şili devlet başkanı Salvador Allende, Şili egemen sınıfları ve CİA tarafından organize edilmiş bir darbe ile devrildi. Bu tarihten 7 yıl sonra bu kez Türkiye’de yine CIA tarafından organize edilmiş olan ve yerli büyük sermaye tarafından da desteklenen bir başka darbe sınıflar mücadelesinin seyrini köklü şekilde değiştirecekti.

Dördüncü Enternasyonal yaşayabilsin diye ölen Túlio Quintiliano’nun unutulmayacak hatırasına…

11 Eylül 1973’te Şili Silahlı Kuvvetleri ve Carabineros – Jandarma güçleri- Başkan Salvador Allende liderliğindeki Halk Birliği- Unidad Popular UP- hükümetine karşı kanlı bir darbe gerçekleştirdi. Allende’nin hükümet merkezi olan La Moneda Sarayı bombalandı ve saldırıya karşı zayıf bir direnişin ardından Allende intihar etti. Fabrikalarda ve işçi sınıfı mahallelerinde on binlerce devrimci tutuklandı.  İnanılmaz bir siyasi soykırım gerçekleştirilerek Şili proletaryasının bir asırlık mücadele deneyimi ve kurumları yerle bir edildi.

Böylece, burjuva devletini ve silahlı kuvvetlerini yok etmeksizin, kapitalizmden sosyalizme barışçıl dönüşümü, kurumlar içinde ve burjuva seçimleri yoluyla gerçekleştirme iddiasına dayanan “Şili’nin sosyalizm yolu” deneyimi kanlı ve trajik bir şekilde sona erdi.

Salvador Allende ve Halk birliği koalisyonunu oluşturan güçler açısından 1970’lerin devrimci süreci, anti-emperyalist ve anti-oligarşik bir burjuva-demokratik devrimdi. Halkın yaşam koşullarını iyileştirilecek, stratejik sanayilerin büyük bir bölümünü kamulaştırılacak, bir tarım reformu gerçekleştirilip, devletin kurumları demokratikleştirilecekti. Temel şiarları, ülkenin emperyalizmden bağımsızlığını garanti altına almak adına “bağımsız” Şili burjuvazisinin kimi sektörlerini güçlendirmek ve onlarla açıkça iş birliği yapmak gerekliliği idi. Onlara göre, Devrimin bu ilk aşaması, gelecekte sosyalizme geçişin yolunu açacaktı.

İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, ABD emperyalizmi Latin Amerika’yı “arka bahçesi” olarak güvence altına almak için 19. yüzyılın sonunda geliştirmeye başladığı bir sömürgeleştirme saldırısını daha da derinleştirmeye girişti. Ne var ki, Şili ve Arjantin’de söz konusu bu saldırı, alt kıtanın geri kalanına kıyasla daha gecikecekti. Zira her iki ülke de bir başka dünya gücü olarak gerilemekte olan İngiliz emperyalizminin hegemonya alanındaydı.

Savaş sonrası süreçte, ekonomide yeni sektörlerin gösterdiği gelişme ve diğer bir dizi sektörün gerilemesine paralel olarak, ABD’nin gelişen nüfuzu, ulusal burjuvazide yapısal ve siyasi açıdan köklü değişikliklere yol açacaktı. Darbe öncesi dönemde Şili burjuvazisinin neden iki parti halinde bölünmüş olduğunun cevabı da bu gelişmede bulunabilir. Temelde latifundia adı verilen geniş çiftliklere dayalı tarım burjuvazisi ile bağlantılı olan eski sektörler Ulusal Parti saflarında (PN) kümelenirken, ağır sanayi ve gelişkin kapitalist sektörlerle bağlantılı olan kesimler, Hıristiyan Demokrat Parti’yi (DC) oluşturmuştu.

ABD’nin kıtaya yönelik sömürgeleştirme saldırısı birçok ülkede çoğu zaman iç içe geçen ikili bir süreci tetikledi. Bir yanda emperyalist yağmanın sonuçlarına karşı kitlelerin giderek keskinleşen seferberlikleri, diğer yanda ise kendi boyun eğme koşullarının bir kısmını en azından iyileştirmek isteyen burjuvazinin kimi kesimlerden gelen hoşnutsuzluğa dayalı “güven uyandırmaz” bir direniş eğilimi.

Bölünmüş Şili Burjuvazisi

Gerçek şu ki, Allende önderliğindeki Halk Birliği -UP- yönetimi ele geçirmeden önce Şili burjuvazisi kitle mücadelelerinin yükseliş süreci karşısında zaten ciddi şekilde bölünmüştü ve bu bölünme, Allende hükümetine karşı izlenecek politika konusunda da varlığını uzun süre devam ettirdi. Burjuvazinin saflarında yaşanan bölünme birkaç olguda açıkça görülebiliyordu:

Allende hükümeti tarafından yürürlüğe konan ve adından sıkça söz edilecek toprak reformunun ana çerçevesi, esasen Frei hükümeti -64-70 yılları arasında ülkeyi yöneten Hıristiyan Demokrat başkan- tarafından zaten onaylanmış olan bir yasaya dayanıyordu.

Allende’nin bir azınlık yönetimi olarak zafer kazanmasına yol açan 1970 seçimlerinde Ulusal Parti -PN- ve Hristiyan Demokrat Parti- DC- arasındaki bölünme zaten burjuvazi içi ayrışmanın en önemli yansımasıydı. Öyle ki Allende’nin başkanlığı devralması ancak Kongre’deki Hristiyan Demokrat- DC- milletvekillerinin kendisine sunduğu destek ile mümkün olabilmişti.

Açık ki, Hristiyan Demokratlar -DC- gerçek demokratlar değillerdi. Sadece, temsil ettikleri sınıf kesimleri adına emperyalizm ile daha geniş bir alanı müzakere etme arayışındaydılar. Hristiyan Demokratların politikalarının özünü oluşturan şey, temelde Ulusal Partiyi -UP- burjuva kurumları çerçevesinde tutmak ve partinin seçimler yoluyla yıpranmasını beklemekti.

Allende hükümetinin sınıf mücadelesinin keskinleştiği kritik bir aşamada bu bölünmüşlük haline yanıtı, burjuva kurumlarına ve kurumsallığına kayıtsız şartsız saygı politikası olacaktı. Bu tutumun sonuçları işçi sınıfı açısından intihardan farksızdı.

Allende Hükümeti Neyi Temsil Ediyordu?

Dünya solunda Şili deneyiminin en tartışılan noktalarından biri, Allende hükümetinin tanımlanması ve bu hükümete karşı nasıl bir tutum alınacağı sorunuydu elbette.

Şili Komünist Partisi -KP- ve diğer Stalinist akımlar açısından Allende hükümeti “Şili’nin sosyalizme giden yoluydu” ve onlara göre bu anlamda “devrimci bir hükümetle” karşı karşıyaydık. Bu nedenle izlenmesi gereken çizgi koşulsuz destekti.

Şili Sosyalist Solu -Sosyalist Parti -PS- içinde radikalleşmiş bir eğilim- ise hükümeti sınıfsal tanımı olmayan bir kategori olarak “reformist” olarak değerlendirecekti.  Onlar da trajediye giden yol boyunca sık sık yalpaladılar ve siyasi eleştiri ile destek arasında gidip geldiler.

Özellikle gerillacı eğilimlerle öne çıkan aşırı sol akımlara gelince, başlangıçta, Allende hükümetini bir “burjuva” hükümeti olarak tanımladılar -ki bu doğruydu- ve tüm burjuva hükümetleri gibi mücadele edilmesi çağrısında bulundular -ki bu da genel olarak doğruydu-. Ancak bu akımlar, kitlelerin bilincinde açığa çıkan ve özel taktiklerin formüle edilmesini gerektiren derin çelişkileri hiçbir zaman dikkate almadılar.

1970’li yılların başında Arjantinli devrimci Nahuel Moreno önderliğindeki uluslararası akım dünyanın değişik ülkelerinde devrimci partilerin inşası doğrultusunda yoğun bir mücadelenin içindeydi. Sınırlar geçiliyor, İşçi örgütleriyle temas kuruluyor, kadrolar gönderiliyor, dünya çapında izlenen bir devrimci inşa faaliyeti sürdürülüyordu. Allende deneyiminin hemen başında Şili’den bir grup işçi önderi ve devrimci genç ile girişilen ortaklaşma, Morenist akımın Şili deneyimine doğrudan müdahil olmasını beraberinde getirdi.

1973 yılında Şili’de işkence altında can verecek Brezilya kökenli Troçkist devrimci Túlio Quintiliano’nun başını çektiği bu grup özellikle gençlik hareketinde ve endüstriyel Kordonlarda -Petro kimya fabrikalarında- etkinlik kazanmıştı.   Bu gecikmiş ama hızlandırılmış çaba sayesinde Şili deneyimine dair devrimci bir yönteme dayalı bir bakış açısının birikimine sahip olabiliyoruz.

Moreno ve Şili’deki yoldaşları açısından Allende’nin “Halk Birliği Hükümeti”, sınıf işbirlikçi eğilimleri öne çıkan tipik bir burjuva hükümetiydi. Bu tip bir hükümetin kuşkusuz en berrak örneği, Arjantin’de Peronizm idi.  Bu burjuva hükümeti; temelde varlığını, ulusal burjuvazinin bir kesiminin, emperyalizmle daha elverişli koşullar temin edebilmek adına sürdürdüğü sürekli bir pazarlık haline borçluydu.

Allende hükümeti Bakır madenlerinin ve bazı bankaların kamulaştırılması, ılımlı bir toprak reformu türünden bazı “ilerici” önlemler alacaktı. Ancak bunu daima işçi örgütlerinin basıncı altında kalarak ve burjuva devletinin ve kapitalizmin sınırlarını aşmadan yapmaya özen göstererek gerçekleştirdi. Aksine, Allende hükümetinin temel işlevi, bu sınırları korumak ve her ne pahasına olursa olsun, öfkeli yığınların bu sınırların ötesine geçecek şekilde seferber edilmesini engellemekti. Morenist hareketin tarihsel figürlerinden Ernesto Gonzales’e bakılırsa, Sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı böylesi özel anlarda klasik burjuva milliyetçi cephe ya da hareketlerden farklı olarak, Şili’de sürece açıkça önderlik edip sürükleyen burjuvazi değil, öncü rol oynayan işçi ve sol partilerdi.

Bu durum, 1930’larda Avrupa’da emperyalist ülkelerde ortaya çıkan ve Troçki tarafından “sosyalist devrime karşı sondan bir önceki siper” olarak tanımlanan “halk cepheleri” deneyimleri ile paralellikler taşıyordu. Gonzales’e göre bu Kerenskici özellikler, -Alexander Kerensky’nin Ekim Devrimi’nden önce 1917’de Rusya’daki hükümetine benzer şekilde- Şili’de yükselen sınıf mücadelesinin radikalleşmesiyle yakından ilişkiliydi.

Troçkist devrimciler için stratejik siyasi çizgi açıktı: burjuva bir hükümet olarak Allende yönetimine hiçbir destek verilemezdi. Ancak bu çizginin bir diğer belirleyici noktası, kitlelerin bilincinde yansıması olan çok derin iki çelişkiyi göz önünde bulundurmak ve bu iki çelişkiye dönük taktikler geliştirmekti.

İlk çelişki, Allende hükümeti bir burjuva hükümeti olmasına rağmen, işçiler ve kitleler onu “kendi” hükümetleri olarak görüyorlardı. Bu nedenle, bütün bir dönem boyunca ve kitleler bu akıl karıştırıcı deneyimi yaşıyorken, kitle seferberlikleri çağrısı taktiğini bir an bile elden bırakmamak önemliydi.

İşçi sınıfının bağımsız bir alan açabilmesi için devrimci çizginin, hükümete yönelik bir “talepler dizisi” şeklinde formüle edilmesi gerekiyordu -patronların terk ettiği sanayilerin kamulaştırılması, Dış borç ödemelerinin durdurulması, çok daha radikal bir toprak reform uygulanması, sanayi ve günlük yaşamın kontrolünün işçi sınıfı örgütlerince üstlenilmesi, askeri darbe hazırlığında bulunanların en ağır şekilde cezalandırılması, işçi sınıfının kendisini savunmak için silahlandırılması vb.- Bu taktiğin amacının kitlelerin bağımsız seferberliğini yoğunlaştırmak, hükümete yönelik boş hayallere dair uyarmak ve Allende hükümetinin son ana dek elden bırakmadığı pasiflik ve hükümetin emirlerine itaat çağrılarını -tabanda KP tarafından demir yumrukla uygulanmaktaydı- kırmak olduğu açıktı.

İkinci çelişkiye gelince; başlangıçta “hoş görülen” bir burjuva hükümeti olmasına rağmen, emperyalizm ve Şili burjuvazisinin büyük bir kısmı Halk Birliği hükümetini asla “kendi” hükümeti olarak görmemiş, ona saldırmış ve nihayetinde bir darbe hazırlığına girişmişti. Bu durum, hükümetin kendisi kadar saldırıya uğrayan “ilerici önlemleri” yaklaşmakta olan darbeye karşı savunmak için başlı başına bir seferberlik çağrısı yapılmasını gerekli kılmıştı.

1973 yılında perde kapanmak üzeredir.  Şili egemen sınıfları, sağ ve emperyalizm açıkça darbe hazırlıklarına başlamıştır. Bu hazırlığın bir parçası olarak, Karşı devrim, subayları, astsubayları ve silahlı kuvvetlerin tabanını kendi kamplarına çekmek için yoğun bir çalışma yürütülür.

Allende yönetiminin bu gelişmelere yanıtı, giderek kendi arasında birleşen burjuvaziye ve sağa karşı kitle seferberliklerine dayanmak yerine, her geçen gün sağa daha fazla taviz vermek oldu. Tam da bu nedenle final yılına geldiğimizde toprak reformu ve fabrikalara yönelik kamulaştırma girişimleri türünden “Radikal Önlemler” bütünüyle durdurulmuştu.

Şili’de eksik olan neydi?

Şili’de bu büyük ve devrimci kitlesel seferberlik süreci, neden sosyalist bir devrim yönünde ilerlemedi?  Eksik olan neydi?

Yanıt şu; Şili de yığınların en temel talepleri ile iktidarın işçi sınıfı ve halk tarafından zapt edilmesinin koşullarını formülleştirecek bir geçiş programı ve böylesi bir program üzerinden yükselen bir devrimci parti yoktu. Lenin ve Troçki’nin önderliğindeki Bolşeviklerin Şubat ve Ekim 1917 arasında Rusya’da hayata geçirdiği gibi, devrimci sürecin her aşamasına dönük devrimci yanıtlar geliştiren bir geçiş programı, devrimci bir perspektif ve partinin yokluğu, yaşanan trajedinin ana nedeniydi.

Allende yönetiminin son yılında belirgin bir biçimde açığa çıkan ikili iktidar sürecinin burjuva kurumsallığına bağlı kalarak, yumuşakça çözüme kavuşturulması imkansızdı. Bu nedenle İşçi organları ile son yıllarda öne çıkan “Endüstriyel Kordonlardaki” embriyon halindeki işçi iktidarı mutlak surette birleştirilmeli, ulusa hitap eden bir iktidar oluşumuna dönüştürülmeliydi. Zira burjuvazinin karşıdevrimci lokavt girişimlerine ve ekonomik sabotajlarına karşı endüstriyel bölgelerde işçilerin öz örgütlenme organları olarak ortaya çıkan “Cordón’lar”, işçi sınıfının Şili’deki “Sovyetleri” karakterini kazanmıştı.

Allende’yi devrimci sürecin başına getiren yığınlar, Burjuvazinin çizdiği sınırların dışına çıkması ve onları zafere götürmesi için haykırdığında, Allende bunu yapmadı. İşte trajik son böyle geldi.

Tam bu noktada Şili sürecinden alınabilecek hayati bir başka ders ile yüzleşiyoruz;

Başta Şili 1973 süreci olmak üzere, birçok tarihsel deneyimin gösterdiği şey şu, eski ve karşı devrimci aparatların çürümeye yüz tuttuğu radikal devrimci koşullar altında, gecikmiş bir devrimci önderlik inşası etkili sonuçlar vermez. Devrimci süreç patladığında, böyle bir partinin sağlam bir embriyosu çoktan oluşturulmuş olmalıdır, yani devrimci inşanın temellerini daha önceden atmak gerekir. Şubat 1917’de Bolşevikler, reformist sol akımlara -Menşevikler ve SR’ler- kıyasla azınlıktaydı. Ancak mücadele halinde ve işçi sınıfının önderliğini kazanabilecek birkaç bin örgütlü ve eğitimli kadro zaten vardı. Bu örgütlenme olmasaydı, büyük olasılıkla Rus Devrimi de olmazdı.

Yazar Hakkında