CUMHURİYETİN 100. YILINA DOĞRU…DEVLET TÖRENİ OLARAK MİLLİ GÜNLER-BAYRAMLAR

CUMHURİYETİN 100. YILINA DOĞRU…DEVLET TÖRENİ OLARAK MİLLİ GÜNLER-BAYRAMLAR

HAKKI YÜKSELEN

“Resmi tarih” gerçek tarihin egemen sınıf çıkarları doğrultusunda “kirinden pasından” arındırılmış, kalıptan geçirilmiş halidir. Fazlalıklar atılır, eksikler tamamlanır, suçlar inkâr edilir, gerekli temizlikler yapılır, “milli ihtiyaçlara” uygun, eli yüzü düzgün, temiz pak bir tarih yaratılır. Amaç dünün bugünü doğrulayacak hale getirilmesidir. Yöntem olarak, (büyük ölçüde) gerçekten yaşanmış, ancak devletin âli menfaatleri ve temsil ettiği toplumsal çıkarlar açısından yeniden kurgulanması gereken olaylarla; (nispeten küçük ölçülerde) geçmişte yaşanmamış, ancak aynı nedenlerle yaşanmış gibi gösterilmesi gerekli olaylar harmanlanır. Ortaya çıkan sonuç, başta eğitim-öğretim olmak üzere her türlü ideolojik aygıt kullanılarak toplumun her kesiminin zihnine derinlemesine yerleştirilir. Resmi tarihin aksi yönündeki tez ve fikirler, iddianın vahameti ölçüsünde “vatan hainliği-millet düşmanlığıyla” suçlanabileceği gibi, onunla aynı anlama gelmek üzere “milli duygulardan yoksunluk” olarak da mahkûm edilebilir. Her şeyin tarihselliği içinde anlam kazandığı düşünüldüğünde, başarılı bir resmi tarih anlatısı açısından “tarihin denetim altında tutulması” büyük önem taşır.  Tarih bilimi dahilinde bazı istisnai durum ve konular dışında, tarihe ilişkin her tartışma, aslında ideolojik ve politik yönleriyle bugüne aittir. Bu nedenle tarihin, ülkelerin geçmişine ve rejimlerinin niteliğine göre çeşitli usullerle denetim altına alınması gerçekte bugünün denetim altında tutulmasının da koşuludur.

Bizde de durum budur! Toplumsal planda militarizmin derin etkisi ve bu bağlamda “asker millet” olmamız (Bilindiği üzere “Her Türk Asker Doğar!”) hem tarihimizin, hem de bunun mütemmim cüzü olarak “milli günlerimizin” neredeyse tamamen askerileştirilmesine yol açmıştır. Kısmen 23 Nisan “Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı saymazsak diğer bütün milli gün ve bayramlar, resmi-askeri törenler dışında, örneğin okullarda dozu son derece yüksek bir şoven-milliyetçilik ve hamaset eşliğinde bir kışla disiplini içinde kutlanagelmiştir. Tabii, çoğu zaman yerel düzeyde de olsa halkın canı gönülden katıldığı ve çok daha neşeli bazı kutlamalardan da söz edilebilir. Ancak bunlar daha çok halkımızın “denetimli serbestlikten” yararlanarak yaptığı kutlamalardır. Burada esas olan, bugün  resmi bayram olarak kutlananın dünkü devrimci niteliği unutturulup müesses nizamın hizmetine koşulması, mutlak anlamda itaatkâr bir devlet tapıncına dönüştürülmesidir.  Benzer olayların bugün yaşanması halinde “terörizm”le damgalanıp faillerinin de “terörist”likle suçlanacağı muhakkaktır!

Burada bu “denetimli tarihin” halkımızın tarihsel sürece katılımıyla ilgili yönüne de değinmek gerekiyor.   Bugün milli bayramlar olarak kutlanan günlere temel teşkil eden olayların yaşandığı Milli Mücadele döneminde, uzun yıllar süren savaşların yorgun düşürdüğü, maddi ve manevi çöküntü içindeki halkın büyük çoğunluğunun gelişmelerin pasif izleyicisi olması, olayların içinde en fazla birer asker-emir kulu olarak yer alması bir yönüyle bugünkü konumunu da belirlemiştir. Burada asıl sorun, nüfusun kahir ekseriyetini oluşturan yoksul kent ve kır emekçilerinin ülkelerini kurtarabilmek için cephelerde can verirken kendilerini de kurtarabilecek bağımsız, örgütlü bir güç haline gelememiş olmasıdır. Tabii, bu yoldaki kısmi çabaların Milli Mücadele’nin burjuva önderliğince bilinçli olarak engellendiğini de unutmayalım.  “Türk Devrimi”nin önderliği kitlelere ancak asker olarak ihtiyaç duymuştur! Milli Mücadele’nin bazı siyasi mihraklarca   “kitlesiz ve tepeden bir devrim”  olarak tanımlanmasının ve bir burjuva devrimi olarak  demokratik yanının eksikliğinin nedeni  budur.  Bu aynı zamanda halkın “kurtarıcılarına”, yani daha açık bir ifadeyle orduya, sivil -asker bürokrasiye (yani “devlet büyüklerine”)  “minnettar, müteşekkir ve borçlu” olduğu, bu nedenle de boyun eğmek, sürekli olarak minnet ve şükranlarını arz etmek zorunda bırakıldığı bir devlet-toplum ilişkisinin de nedenidir.  

Cumhuriyeti Kutlamak: “Borçlu, Ezik ve Minnettar” Bir Halk olarak Yaşamak!

Millî Mücadelenin zaferinin ardından kurulan cumhuriyet rejimi ile ilgili olarak da benzer bir durum söz konusudur. Türkiye’de cumhuriyetin temelinde Osmanlı döneminde ortaya çıkmış cumhuriyetçi bir akım, bir halk hareketi, toplumsal derinliği olan bir tartışma, bu yolda bir mücadele hiç olmamıştı. Avrupa’da uzun yıllar eğitim görmüş, sürgünde yaşamış, yabancı dil bilen, “Batılılaşmaya” istekli, “aydınlanmacı” düşüncelere sahip çok sayıda muhalif aydının varlığı, hepsinin ötesinde 1908 Devrimi bile bu durumu değiştirmemiştir. Bilindiği kadarıyla cumhuriyet ilanı son ana kadar, bazı emareleri olsa de, Mustafa Kemal ve belki birkaç “sırdaşı arasında paylaşılan bir fikirdi! Millî Mücadeleye önderlik eden kadronun önemli bir kesiminin siyasi eğilimlerine ve sonraki itirazlarına bakıldığında, Mustafa Kemal’in meşruti monarşinin ve hilafetin devamına karar vermesi halinde fazla bir muhalefetle karşılaşmayacağı açıktı. Bütün bunlardan yola çıkarak halkımızın ilan edildikten sonra öğrendiği cumhuriyet konusunda gönüllü veya zoraki bir kabul dışında pek bir katkısının, gayretinin olmadığı, ona az çok şekil vermediği söylenebilir. Bu nedenle resmî törenlerin dışındaki sivil Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında bile kendi mücadelesiyle cumhuriyeti kurmuş bir halkın özgüveni değil, kurtarıcılarına “borçlu” insanların biraz “ezik” ve son derece “minnettar” hali öne çıkar!

Şimdiki duruma gelince.  AKP hükümetleri ve ardından gelen Neo-Bonapartist Saray rejimi döneminde devletin, Atatürk’ün adının anmadan geçilemeyeceği Ulusal Kurtuluş Savaşı kökenli “milli günlere” soğuk veya uzak durmanın da ötesinde sınırlayıcı, hatta zaman zaman engelleyici tutumu, halkın Saray karşıtı geniş bir kesiminin kutlamalara daha bağımsız, kitlesel ve “protest” biçimlerde katılımını artırmıştır. Burada, sınıfsal karakterleri nedeniyle çok erken bir dönemden itibaren çürümeye başlamış olsalar da Cumhuriyet’in bazı toplumsal, siyasi ve kültürel “değerlerinin” yeni rejim altında yok edilmeye çalışılmasının ve askeriyenin önemli ölçüde devreden çıkarılmasının ciddi payı vardır. Henüz “geri dönüş” talebinin ve genel havaya uygun bir şoven milliyetçiliğin sınırlarını aşamamış olsa da bu katılım kendi koşulları içinde demokratik bile sayılabilir. En azından artık Anıtkabir törenlerinde devletin kendi yanında olduğu inancıyla “Paşam bu gidişata ne zaman dur diyeceksiniz?” sorusunu soran kimse kalmadığı gibi, bu soruya “Merak etmeyin o iş bizde!” bakışıyla cevap veren paşalar da yoktur! Yani iş başa kalmıştır! “Demokratik”ten kasıt budur.

Bizim Değerlerimiz Bize Yeter!

Bana sorarsanız, bu tür coşkulu bayram kutlamalarından uzak duran bir sosyalist olarak, emekçi halkın askere çağrılmanın ötesinde devre dışı bırakıldığı, sonrasında da ağır baskı altına alındığı demokratik boyutu eksik bir burjuva devrimine tarihsel olarak gerektiği kadar saygılı, ancak sınıfsal, ideolojik ve politik olarak karşıt bir tavır almak en doğrusudur derim. Bu devrimin burjuvazinin çıkarlarıyla sınırlı anti-emperyalizmine meftun olmak, bir burjuva cumhuriyetinin “değerlerine” (hatta “felsefesine”) sahip çıkmak devrimci sosyalistlerin işi değildir. Eğer bu değerlerden kasıt “aydınlanma, laiklik” gibi, Cumhuriyet rejiminin, kapitalist bir toplumun önündeki engelleri kaldırmak amacıyla başlattığı ve egemen sınıf çıkarları doğrultusunda yarım bıraktığı süreçler ise, zaten Marksizm bir yönüyle bunların daha en başından açık sınıfsal tanımlarıyla eleştirel biçimde kavranarak aşılmasının ve bir “sürekli devrim” mantığı içinde geçerken tamamlanmasının da teorisidir. Aksi halde onu küçük burjuva sosyalizminden ve radikalizminden ayırt etmek zor olurdu.

Dinsel çeşitleri de dahil her türlü gericiliğe karşı mücadele devrimci sosyalistler için bir görevdir. Bu bizim için sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır; ancak bunun için “yabancı ideolojilerin” peşine takılmamız gerekmez. Bizim değerlerimiz bize yeter…

Yazar Hakkında