İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞI ÜÇÜNCÜ AYINDA…

İSRAİL-FİLİSTİN SAVAŞI ÜÇÜNCÜ AYINDA…

HAKKI YÜKSELEN

14.01.2024‘de çıkan Kırmızı Gazete 7. sayısında yayımlanmıştır.

Son İsrail-Filistin Savaşı üçüncü ayına girdi. İsrail saldırıları sonucu öldürülen Filistinlilerin sayısı 20 bini aştı. Gazze Şeridi bir yıkıntıya dönüştü. Göçe zorlanan halkın gidebileceği, hatta gitmeye zorlandığı yerler de dahil bütün şerit ağır ateş altında. Halk gerçek bir açlıkla karşı karşıya. Siyonist vahşetin ulaştığı boyut sadece Gazze’nin yıkıntıları ve tünellerinde mevzilenen Filistinli militanların, milislerin güçlü direnişinden değil, asıl olarak, Siyonist devletin, uzun süre etkisinden kurtulamayacağı ağırlıkta sürpriz bir darbe yemiş, olmasından kaynaklanıyor. Bu darbe, İsrail gibi, birkaç istisna dışında her defasında kazanmaya ve ön almaya alışmış “kahredici” bir gücün kendi ölçüleri içinde bir yenilgi anlamına geliyor. Sömürgeci İsrail devleti, bu yenilginin acısını en şiddetli biçimde çıkarmaması halinde bunun bedelini uzun bir süre boyunca hem içeride hem de dışarıda ciddi biçimde ödeyeceğinin bilincinde.

Siyonist sömürgecilerin tarihsel hedefinin, işgaller yoluyla “yaşam alanı” ( Nazi dilinde “lebensraum”) olarak kabul ettiği topraklara ulaşmak, Filistin halkının bu topraklardaki son direniş noktaları olan Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden de kovularak olabildiğince uzak noktalara, mümkünse dünyanın başka bölgelerine sürülerek dağıtılması ve topraklarının ilhak edilmesi olduğu biliniyor. İsrail kurulduğu 1948’den bu yana giriştiği provokasyon ve savaşlarla bu stratejiyi adım adım sonuçlarına ulaştırma peşinde. 7 Ekim’de başlayan savaşta yaşananları, asıl olarak bu tarihsel strateji temelinde ele almak gerekiyor.  Kimilerinin yaptığı gibi savaşın gerçek sorumluluğunu,  Aksa Tufanı saldırısıyla İsrail’e fırsat verdiği gerekçesiyle Hamas’ın üzerine yıkmak tarihsel bir körlükten başka bir anlam taşımıyor. İsrail pek çok zaman saldırı veya savaş başlatmak için ihtiyaç duyduğu provokasyonları kendi elleriyle gerçekleştiren saldırgan bir güç.  Aksa Tufanı’nda uygulanan şiddet yöntemlerini  “mesafeli durmak” adına Hamas’ın İslamcılığına bağlamak da doğru değil. Filistin’in sömürgeci işgalden kurtuluşu için mücadele veren seküler-sosyalist-devrimci örgütler de pek çok defa İsrail devlet güçlerinin yanı sıra Yahudi sivillere yönelik şiddet eylemlerine girişmişlerdir. Bunlardan en bilinenlerinden biri, Filistin halkının özgürlük mücadelesine destek vermek amacıyla Japon devrimciler tarafından kurulan “Japon Kızıl Ordusu” adlı örgütün 1972’de İsrail’in Lod Havaalanı’nda makineli tüfek ateşiyle 26 sivili öldürdüğü eylemdir.  1969’da Filistin Halk Kurtuluş Örgütü’nün başlattığı uçak kaçırma eylemlerinin ardından yapılan bu ve benzeri şiddet eylemleri Filistin davasını dünya gündemine taşımıştır. Bu mücadelenin emperyalizmin ve siyonizmin ağır baskısı altında çaresiz bırakılan, tutunmaya çalıştığı son toprak parçalarından sistematik bir biçimde sürülmeye çalışılan bir halk tarafından sömürgeciliğe karşı yürütüldüğü unutulmamalıdır. Hamas’a olan ideolojik-politik mesafemiz ne olursa olsun, Filistinlilerin eylemlerini, Filistin davasının ve Siyonist politikaların somut gerçekliği içinde ele almak zorundayız.

Konuya ilişkin önceki bir yazımda, bu savaşın kimi çevrelerin iddia ettiği üzere bir “Hamas-İsrail Savaşı” değil, bir Filistin-İsrail Savaşı olduğunu, inanmayanların Netanyahu ve diğer Siyonist devlet yöneticilerinin ırkçı söylemlerine ve eylemlerine bakmalarını söylemiştim. Siyonistler bütün Filistin halkına saldırmaktadır. İsrail’in sadece Gazze Şeridi’nde değil, “savaş dışı” görünen FKÖ yönetimindeki Batı Şeria’da da uyguladığı terör ve kıyım politikası bu iddiayı doğrulamaktadır. İsrail gerçekte aynı amaca uygun biçimde yıllara yayarak parça parça yürüttüğü tehcir, soykırım ve yayılma politikasını, şimdi malum nedenlerle tek bir zaman dilimi içinde çok daha hızlı ve yoğun biçimde uygulamaya koymuştur.

Gelişmeler, İsrail yönetiminin savaşı, içerideki krizi çözmenin ötesinde, Siyonizmin tarihsel-stratejik hedeflerine, “vaat edilmiş topraklar ülküsü”ne olabildiğince yakın bir noktaya taşımak istediğini göstermektedir. Bu nokta, mümkün olması halinde bölgenin boşaltılması ve/veya ilhak yolunun açılmasıdır. Siyonist sömürgecilerin bu savaşta bugüne kadar kendilerini yavaşlatan bir takım sınırları zorlamalarının nedeni budur. Bunda Batılı emperyalist güçlerden aldıkları  “koşulsuz”  desteğin  önemli payı var. “İsrail’in kendini savunma hakkı” gibi sahte bir gerekçeyle kamufle edilmeye çalışılan bu emperyalist tutum, “anti-semitizm” suçlaması eşliğinde ve en antidemokratik zorlamalarla Batı ülkelerinin kamuoylarına mal edilmeye çalışıldı. Ancak bu durum hem tarihsel ve güncel gerçeklerin, hem de Siyonist vahşetin ulaştığı boyutların etkisiyle halklar nezdinde kısa sürede değişmeye başladı. Artık dünya Yahudilerinin bir bölümü de dahil, başta emperyalist ülkelerin halkları, emekçileri olmak üzere dünya halkları ve emekçileri sokaklara çıkıp Filistin halkına yönelik tehcir ve soykırımı lanetliyor. Bu baskı emperyalist ülke hükümetlerini, İsrail’e bazı “sınırları” hatırlatmaya itiyor. Bunda elbette bu ülkelerin Ortadoğu’daki çıkarlarının ve bölge halklarıyla derin bir kopuş tehlikesinin da etkisi var.

Halihazırda Lübnan Hizbullahı’nın sınırlı çatışma politikası ve Yemen’deki Husilerin “uzaktan” savaşının dışında, başta Arap ülkeleri olmak üzere “Müslüman dünya” henüz beklenen sertlik ve kitlesellikte bir tepki göstermiş değil. Çoğu İsrail’le anlaşmış veya anlaşma niyetinde olan, onunla çatışmaktan kaçınan bu ülke devletlerinin Siyonist saldırganlık karşısında daha aktif bir tutum almaları Arap halklarının göstereceği tepkilerin şiddetine bağlı. Ancak Arap devletlerinin İsrail saldırganlığına yönelik bu zayıf tepkileri veya baştan savma halleri, her ne kadar  şimdilik savaşın yayılmasını engelliyormuş gibi görünse de,  Siyonistler için günü geldiğinde, bu ülkeler ve halkları için büyük tehlikelere yol açacaktır. Ayrıca kısa vadede bile, aksi yöndeki gayretlere rağmen savaşın bu sınırlar içinde kalmasının bir garantisi yoktur. Nitekim, son günlerde düzenlenen suikastlar ve İran’daki bombalama eylemi, muhtemelen daha sonra olacaklarla birlikte İsrail’in savaşı ABD’nin de katılacağı biçimde yayma eğiliminde olduğunu göstermektedir.

Aksa Tufanı’nın ardından yaşanan gelişmelerin, harekâtı planlayanların hesaplarına ne ölçüde uyduğunu veya uymadığını bir zaman sonra anlayabileceğiz. Ancak her ne olursa olsun, Filistin sorununun uzun süredir yatırıldığı ölüm uykusundan uyandığı ve yeni bir aşamaya geçtiği çok açık. İleride olabilecekler bir yana,  Filistin’de yaşananlar, en azından bugün için “Abraham Anlaşmaları” gibi “barış” adı altında Filistin davasının tasfiyesine dayalı emperyalist projelerin uygulanmasını da engelleyecek niteliktedir.

Filistin halkına bir kez daha büyük acılar yaşatan bu savaşın ilk eldeki sonuçları ne olursa olsun, orta-uzun vadede başta İsrail olmak üzere bütün bölge ülkelerini, sürece dahil iç ve dış güçleri farklı ölçülerde de olsa etkileyeceği kesindir. Bu etkinin sadece askeri, diplomatik, siyasi vb. alanlarla sınırlı kalmayıp toplumsal alanlara da sirayet etmesi, bölge çapında kitlesel hareketlenmelere, ciddi değişimlere yol açması kuvvetle muhtemeldir. Burada ayrıca “amaçlarına ulaşması” halinde İsrail’in 60’lı ve 70’li yıllardakine benzer biçimde,   Filistinli militanların dünya çapında hedefi haline geleceğini de hatırlatalım.

Ortaya çıkan maddi yıkıma ve can kaybına bakarak, “değer miydi?” diye soranlar olacaktır. Bu sorunun cevabını ancak 1948’den bu yana var olmakla yok olmak arasındaki ince bir çizgide yürümeye zorlanan Filistin halkı verebilir. Bizim görevimiz onların yanında yer almaktır.

Yazar Hakkında