İktidar iflas etmiş dış politikasını epeyce bir zamandır ülkenin askeri gücüne ve jeopolitik önemine dayalı bir denge, şantaj ve yayılma politikasıyla telafi etmeye çalışıyordu. Tabii, pek çok zaman ancak taktik manevralarla yürütülebilen bu politikanın açmazları da ortaya çıktı. Uluslararası ilişkilerde yaşanan sorunlar ve iktisadi krizin ağırlaşan etkileri iktidarı ciddi biçimde sıkıştırmaya başladı. Ancak bu dönemin kapandığını söyleyemesek de son günlerde kadim “dost ve müttefiklerle” yeniden iyi ilişkiler kurup dış politikayı yeni bir düzleme taşıma gayretleri görülüyor. İşin özeti Türkiye’yi yönetenler ABD emperyalizmiyle bazı ortak projelere de girerek (mesela yeniden Suriye) arayı ısıtmanın peşinde; elbette bazı koşullarla! Konu, Biden’dan “beklenen telefon” geldiğinde biraz daha açıklığa kavuşacaktır!
Ancak bu sürecin düz bir yol izleyip “mutlu sonla” biteceğinin garantisi yok. Ortada Türkiye’nin rejim meselesinden kaynaklı pek çok sorunu var ve “bu pilav daha çok su kaldıracak gibi görünüyor!” Uluslararası planda Türkiye’nin ilişkilerini zorlayan, bazılarının da kopmasına yol açan dış politikasının çok uzun ömürlü olamayacağı sık sık söylenmiş olsa da en azından şu ana kadar yürürlükte olması her şeye rağmen bir “hikmeti” olduğunu gösteriyor!
Dünyanın farklı bir hali…
Emperyalist sistem dahilindeki yeni arayışlar bir yana, öncelikle son on yıllık politika üzerine birkaç söz edelim. Bizim de kısmen ve koşullu olarak paylaştığımız görüşe göre çok yönlü bir krizin etkisi altındaki Türkiye’nin hem ekonomik gücünün sınırları hem de emperyalist sistem içindeki bağımlı konumu nedeniyle böyle bir dış politikayı “sonuna kadar” götürmesi mümkün değil. Ancak bu, rejimin artık neredeyse tamamen militarist bir karakter kazanmış, üstelik de emperyalist sistemin büyük güçlerini tedirgin eden dış politikasından otomatik olarak vazgeçeceği anlamına gelmiyor. Gelişmeler, kapitalizmin dünya çapındaki bunalımının değiştirip şekillendirdiği uluslararası güç dengelerindeki bir takım “boşluklara” ve “zaaflara” oynayan böyle bir dış politikanın her şeye rağmen zannedilenden daha uzun ömürlü olabileceğini gösteriyor. Hem soğuk savaş döneminin hem de 90’lı yılların koşullarında imkânsız görünen şeyler, günümüzde pekâlâ mümkün olabiliyor. Çeşitli iniş çıkışlarla ilerleyen kapitalist dünyanın sonu gelmemiş bunalımı, “komünizm” sonrası dünyaya ilişkin (neo)liberal hayallerin (“tarihin sonu, her türlü krizden azade bir kapitalizmin nihai zaferi, ebedi bir demokrasi…!) sonunu getirdi. Emperyalist sistem içinde de ciddi bir hegemonya sorununa ve dağılmaya yol açtı.
ABD’nin hâlâ süren ekonomik, politik ve askeri üstünlüğüne rağmen, Çin emperyalist bir güç olarak ortaya çıktı. Sistem içinde şimdilik ekonomik-diplomatik yöntemleri kullanarak uzun vadeli bir hegemonya mücadelesine girişmesi uluslararası ekonomik ve siyasi rekabetin şiddetlenmesine yol açtı. Rusya’nın, ekonomik altyapısı sınırlı olsa da son derece gelişmiş askeri gücüyle bölgenin kontrolü konusunda önemli adımlar atması uluslararası gerilimi büyüttü. Emperyalizmin Batı kanadının Çin ve Rusya’yı kuşatma-engelleme stratejisi, emperyalist sistem içindeki gerilimlerin geniş bir alana yayılması eğilimini güçlendirdi. Bütün bunlar, belirli bir gelişme düzeyine ulaşmış, orta boy, bağımlı, ancak iddialı bazı bölgesel güçlerin, dünya ekonomisi ve siyaseti içinde daha üst bir konum kazanmak amacıyla çok daha atak ve görece bağımsız politikalara yönelebilmeleri imkânını sağladı. Rekabet halindeki büyük güçlerin bunları kazanabilmek veya karşı tarafa kaptırmamak, en azından “idare edebilmek” için verdikleri hesaplı veya zorunlu tavizler, bu bağımsız hareket imkânını genişletti. Örneğin Türkiye, kendi bölgesindeki (hatta Afrika’ya kadar uzanan bir alanda) büyük güçler arasındaki rekabetten ve bu rekabetin yarattığı boşluklardan yararlanarak, “Abdülhamidvari” bir denge politikasıyla ve de askeri güç kullanarak epeyce bir yayıldı; hatta uygun koşullarda birtakım ilhak hayalleri kurar hale geldi…
“Mantıksızlığın” mantığı…!
Teamüllere, diplomatik geleneklere bakıldığında Türkiye için bir süre öncesine kadar olağandışı sayılan bu dış politikanın nedenleri, sonuçları, sürdürülebilirliği üzerine pek çok tartışma var. Bu politikanın ekonomik ve politik açıdan zorunlu ve “akla-mantığa uygun” sınırları konusunda genişçe bir fikir birliği söz konusu. Bunun temel gerekçelerinden biri Türkiye’nin kapitalist bir ülke ve bir burjuva devleti olarak emperyalist sisteme olan iktisadi, siyasi ve askeri bağımlılığı. Ancak rejimin her “sonu geldi” denilen durumda, uluslararası politikada ve özellikle de sınır ötesi askeri-hedefler doğrultusunda giriştiği hamleler herkesi şaşırtıyor. Elbette çok ciddi birtakım sınırlardan söz edilebilir; hiçbir rejim ne içeride ne de dışarıda “sonsuz” imkânlara sahiptir. Oysa soruna yukarıda tanımlamaya çalıştığımız dünya koşullarında, rekabet ve güç ilişkileri bağlamında bakıldığında belirli bir güce ve avantaja sahip ülkelerin “gözü kara” rejimlerinin zannedildiğinden çok daha geniş bir hareket alanına sahip olduğu veya olabileceği görülür. Üstelik pek çok açıdan “mantıksız” görünen bir çizginin, belirli boşluklar ve dengeler üzerinden yeterli ilerleme imkânı bulabilmesi halinde kendi “mantığını” yarattığını, bu mantığın belirli koşullarda bayağı “tutarlı” bir hal aldığı görülür.
Kendini finanse eden savaşlar…!
Bir ülke, başka her alandan, başta da kendi halkının ihtiyaçlarından esirgediği güç ve imkânları tamamen dış maceralara harcaması halinde bazen uzunca bir süre kendi iktisadi gücünün ötesinde bir performans gösterebilir. Elbette savaş çok masraflı bir iştir, ancak aynı zamanda savaşarak bu masrafları karşılamak, hatta “kâr” etmek bile mümkündür. Elbette işin esası, devletlerin askeri güçlerini de kullanarak kendi burjuvazileri için giriştikleri pazar savaşlarıdır. Türkiye’nin “ulusalcı-Avrasyacı (!)” askeri bir kesimden de destek gören militarist-yayılmacı dış politikasının, büyük burjuvaziyi muhtemel sonuçları itibariyle endişelendiriyor olsa da orta-uzun vadede bir pazar hedefi olduğu açıktır. Yani başarılı olmaları halinde savaşların kendi kendilerini finanse etme özelliğinin ötesinde “milli çıkarlar”, yani büyük sermayenin çıkarları açısından da ciddi getirileri vardır veya olabilir. Ayrıca bu politikanın içeride de sermayenin (özellikle doğrudan iktidarın eseri olan!) bir bölümüne ciddi gelirler getiren (silah sanayii, İHA’lar, SİHA’lar vb.), ele geçirilen bölgelerin yeraltı-yerüstü kaynaklarına el konulmasını sağlayan ve bu sayede birilerine ciddi paralar kazandıran avantajları da unutulmamalıdır…
İç ve dış politikaların iç içe geçmesi, Batı ile anlaşma ve demokrasi işi!
Rejimin dış politikasının, iç politikasıyla bu derece bütünleşmesi de bütün sorunlarına rağmen bu politikadan tam olarak vazgeçmesini zorlaştıran hususlardan biridir. İktidarda kalmak başlıca sorunu haline geldiği ölçüde Saray rejiminin dışarıda askeri-siyasi gerilimler, hatta kendisine güç ve prestij kazandıracak “fetihler” (işgaller-ilhaklar) peşinde koşması kaçınılmazdır. Bu tür bir dış politika içerideki (neo)Bonapartist baskı rejiminin de adeta olmazsa olmazıdır. İktisadi ve siyasi çıkmazlar nedeniyle bu politikadan “bu haliyle” vazgeçilmesi, ancak “dış güçlerin” rejimin varlığını “eleştirel” biçimde de olsa kabullenmeleri, Saray’ın bu konudaki kuşkularını yatıştırmaları ve rejim için gerekli ekonomik desteği sağlamaları halinde mümkündür. O takdirde rejim de emperyalizmin Batı kanadının talep ettiği, ittifak içi çatışmalardan uzak durmak, (Yunanistan, İsrail, Kıbrıs, Libya, Doğu Akdeniz, Suudiler, Körfez…) “öngörülebilirlik”, uyumluluk, şantaj yönteminden ve S-400’lerden vazgeçmek, Rusya ile ilişkileri gevşetmek, İran’a karşı sert bir tutum almak ve yeniden “yuvaya dönmek” gibi koşulları bir gönül rahatlığıyla kabullenecektir. Elbette bütün bunlar sıkı pazarlıkları, hatta karşılıklı tehdit ve şantajları, sıkıştırmaları, özellikle Kürtlerin kaderi üzerine kıran kırana pazarlıkları gerektirir. ABD ile işbirliği halinde Suriye iç savaşını yeniden alevlendirmek hem ilişkiler hem de iç ve dış siyasi hedefler açısından “iyi” bir başlangıç olabilir! Zaten iktidarın ABD emperyalizmine doğrudan önerisi de budur. Böyle bir uzlaşma ve işbirliği, AB ile zayıflamış bağları da, bütün güvensizliklere rağmen “ortak çıkarlar” doğrultusunda onaracaktır. Batı’dan gelen işaretler ve ABD’nin AB’ye önerisi de bu yöndedir. Kısacası, kendi ağır sorunları içinde ayakta kalma mücadelesi veren rejim, emperyalist sistem içinde hem kendisi hem de dostları açısından kabul edilebilir bir konum kazanma ve bu sayede ömrünü uzatma (belki de kim bilir bir “ölümsüzlük”) arayışı içindedir. Görünen odur ki, dış politika ve uluslararası ilişkilerdeki “olumlu” değişimler, her ne olursa olsun, içeride bu paralelde “demokratik” bir değişim beklememiz için gerçek bir neden sunmamaktadır. “Demokrasi” işinin bütün yükü, her zaman olduğu üzere olanca ağırlığıyla bu ülkenin emekçilerinin sırtına binmiş durumdadır!