Hakkı Yükselen
Hepsi önümüzdeki günlerde ayrı ayrı ele alınmayı hak eden bazı önemli konulara genel olarak şöyle bir göz atalım:
Muhalefetin bir seçim zaferi halinde “başarısının sırrı” olarak alkışlanacak yöntem ve söylemleri, yenilgisinin ardından şimdi birer “başarısızlık nedeni” olarak eleştiriliyor. Bu hep böyledir; büyük hatalar, hata oldukları anlaşılmadan önce birer “zekâ pırıltısı” olarak görülürler! Mesela, “Bozuk bir ekonominin”, moda tabirle “boş tencerenin” iktidarı kesinlikle devireceği inancı ve bu yolda söylenip yapılanlar…
“Boş Tencere”: Ekonomi ve Siyaset
Bu “ekonomist” anlayışı pek çok kez eleştirdik. Ekonomiyle siyaset arasında böyle “otomatik-doğrusal” bir ilişkinin bulunmadığını; “ekonomik etmenin” karşılıklı etkileşim halindeki pek çok (siyasi, hukuki, dini, felsefi, ideolojik, kültürel…) üstyapı unsurunun arasından süzülüp ancak “son belirlemede” tarihsel süreci belirlediğini, her defasında Engels’in o ünlü sözlerini de alıntılayarak vurguladık. Nitekim boşalttığı tencerelere, yol açtığı derin yoksullaşmaya rağmen rejim, en azından kendi çıkar ve seçim hesapları açısından zannedildiği kadar “hatalı” olmayan ekonomi politikalarının da yardımıyla seçimleri kazanarak varlığını sürdürmeyi başardı.
Geçerken şunu da vurgulamakta yarar var: Tarih tek yönlü bir süreç değildir ve her zaman birbirine zıt alternatifleri içerir. Kriz dönemlerinde, durumun ağırlığı ölçüsünde, devrim-karşıdevrim diyalektiği hükmünü icra etmeye başlar. Tarihte çok ağır ekonomik bunalımlara rağmen, çöken orta sınıfların yanı sıra, emekçilerin ve halkın en yoksul kesimlerinin kendilerini sefalete iten düzenin en gerici temsilcilerine, mesela faşizme veya çeşitli diktatörlüklere destek verdikleri pek çok durum vardır.
Dış Güçler, Teröristler ve Diğerleri…!
Diğer bir husus, “boş tencere” gerçeğine rağmen rejimin “dış güçler” ve “terör” söyleminin, daha açıkçası yalanlarının tutması veya tuttuğu iddiası. Bununla ilgili pek çok şey söylenebilir. Öncelikle “terör ve dış güçler” korkusunun halkımızın büyük bir bölümünün ekonomik sorunlarını ve içinde yaşadığı sefaleti görmesini engellediği iddiasına bir göz atmak gerekiyor. Böyle bile olsa sorunu basitçe bir “körlük” (kimilerine göre “aptallık”) olarak göremeyiz. Aradaki bağlantı farklı bir biçimde de kurulabilir: Belki de rejimi destekleyen yoksullar, ekonomik durumlarının pek âlâ farkında olmalarına rağmen bu durumu, “Reis”i devirmek isteyen emperyalistlerin, Türkiye’yi kıskanan “dış güçlerin”, onlarla işbirliği halindeki “darbecilerin”, “vatan hainlerinin” ve “terör yandaşlarının” (Yerine göre Kürtlerin, Yahudilerin, sığınmacıların…) eseri olarak görüyorlardır! Bu durumda rejimin siyasi başarısının sırrını bu “antiemperyalist” tutumunda ve bu konuda geniş bir kesimi ikna edebilmesinde de arayabiliriz! Üstelik memleketimizde bu pek zor bir iş sayılmaz. Bu türden bir “dış güçler” söylemi, zaten başta “ulusalcılar” olmak üzere ülkemiz insanının ortalama bakış açısının ve el birliğiyle kışkırtılan milliyetçiliğinin de ifadesidir.
Ayrıca yine halkın rejime sahip çıkan bölümünün, RTE’yi, muhalefetin “vatan hainliğine” ve “terörle ilişkisi”ne inandığı için mi desteklediği, yoksa açık veya örtülü bazı maddi nedenlerden ötürü RTE’yi desteklediği için mi muhalefetin hainliğine ve terör bağlantısına inandığı sorusunun cevabı da önemli. Buradaki “maddi” sözcüğü herhangi bir “zenginlik” anlamına gelmiyor. (O zenginliğin toplandığı yer malûm.) Sözü edilen, muhalefetin seçimlerden sonra nihayet kısmen de olsa keşfettiği üzere, durumları neredeyse daha da kötüleşemeyecek kadar kötü olan ve hayatlarını, RTE’nin varlığıyla özdeşleştirdikleri sosyal yardımlarla sürdürebilen “en alttakilerin” iktidarla kurduğu ilişkinin biçimi. Bunlar iktidarın, durumlarında hak esasına dayalı kalıcı bir düzeltme sağlamadan, bilinçli ve kontrollü biçimde “sürdürülebilir bir sürünme”ye mahkûm ettiği ve bu sayede kendine bağladığı insanlar. Bunlara rejime Anadolu taşrasından ve kırsalından gelen desteği de eklemek gerekiyor. Taşra burjuvazisi ve küçük burjuvazisiyle yakın ilişkideki köylülüğün desteği, tarımdaki acıklı manzaraya rağmen, görece bir eksilmeyle de olsa güçlü biçimde devam ediyor. Taşradaki diğer bir “destek gücü” olarak, örgütsüz ve “informel ilişki ağları” (tarikat, parti, akraba vb. kanallar) sayesinde bulduğu çok düşük ücretli bir işi dahi “nimet” olarak gören taşra işçi sınıfının varlığı da unutulmamalı. RTE’nin şahsında vücut bulan bu bağlılığın, geleneksel ideolojik-kültürel-dini zemininin ötesinde, siyasi sonuçları iktidar tarafından sıkı sıkıya denetlenen ekonomik-maddi bağlantılara, yerel planda oluşmuş çıkar ve ilişki ağlarına dayandığı biliniyor.
El Birliğiyle Köpürtülen Milliyetçilik ve Memleketin Terör Sorunu
Tabii, bir de muhalefete ikinci turda söylem değiştirten (sığınmacılar vurgulu) “milliyetçilik” mevzuu var: Seçimler sürecindeki karşılıklı küfürleşmelere bakıldığında burjuva muhalefetin, coşturulup köpürtülmesinde birinci dereceden pay sahibi olduğu milliyetçiliğe kurban gittiği bile söylenebilir. Yani bir çeşit “ayağa dolanma” hali. Uzun yıllardır “merkez”le çok yakın temas halindeki (pek çok zaman iç içe) geleneksel faşist hareketin, gücü ve devlet içindeki kadrolaşması bir yana, yaşananlar, son otuz yıldır ideolojik olarak bir ana akıma dönüşmüş olan faşizan tınıları güçlü bir milliyetçiliğin memleket siyasetini ve seçim sonuçlarını nasıl etkilediği bir kez daha gösterdi.
Burada “terör sorunu”nun, sadece bir kavram olarak dahi nasıl her kapıyı açan bir anahtara dönüştüğünü de işaret etmek gerekiyor. Türkiye’de “terör sorunu” esasen devlet eliyle yaratılmıştır. Devletin, zaman zaman yaşanan hakiki terör eylemlerinin dışında, her türlü muhalif siyasi ve toplumsal faaliyeti, hak ve özgürlük mücadelesini, sınır ötesindekiler de dahil, “terörizm” olarak yaftalama stratejisi Türkiye’de, olduğunun kat be kat ötesinde bir “terör sorunu”nun doğmasına neden olmuştur! Ülke siyaseti çok uzun süredir, (“eski rejim” zamanından beri) bilinçli olarak yaratılmış ve farklı milliyetlerden emekçilerin ortak mücadelesini de engelleyen bu sorun üzerinden şekillendirilmektedir. Herkesin malumu olan iktisadi durumun (“boş tencere!”) “beklenmedik” bir siyasi sonuç vermesinin önemli nedenlerinden biri de budur.
Neoliberal Krizin Neoliberal Çözümü… Nereye Kadar?
Elbette bir de önümüzdeki günlerde açıklanacak yeni ekonomik politikalar meselesi var. Yeni Maliye Bakanı Mehmet Şimşek epeyce iğneleyici bir dille “ortodoks”, yani bildik neoliberal-serbest piyasacı iktisat politikalarına dönüşün işaretini verdi. Bakanın söyledikleri TÜSİAD’ın hanidir ısrarla öne sürdüğü sınıfsal talepler ve burjuva muhalefetinin açıkladığı ekonomik programla da örtüşüyor. Yeni Bakan çok kısa bir süre öncesine kadar RTE tarafından “vatana ihanet” ve “emperyalizmle işbirliği” olarak suçlanan bir dizi uygulamayı hayata geçireceğini açıkladı. Gerçekte yapacağı iş, neoliberalizmin krizini yine neoliberal yöntemlerle çözmeye çalışmak. Bunun hem emekçi kesimler, hem de verimsiz sermaye açısından ciddi sonuçları olacak. Bu aynı zamanda iktidar açısından politik bir sorun anlamına da geliyor. Ama seçimler daha yeni kazanıldı. Yani krizin, sermayenin yüksek çıkarları doğrultusunda çözümü için uygulanacak “neoliberal-ortodoks” politikaların, mesela “kemer sıkma” yöntemlerinin öncelikle toplumun kahir ekseriyetini oluşturan emekçilerin canına okuması kaçınılmaz olsa da, yakın zamanda siyasi bir sonucu olmayacak! En azından iktidarın düşüncesi bu. Ancak yine de bazı sorunlar söz konusu. Birincisi, önümüzdeki yerel seçimler ister istemez bazı “popülist” politikaları zorunlu kılıyor; sıkı ekonomik-mali tedbirlerin bir seçim başarısını en azından zora sokma tehlikesi var. Gerçi bu durum artık alışageldiğimiz seçim yöntemleriyle ve birkaç “ekonomik numarayla” aşılabilir. Ancak daha da önemlisi, sözü edilen ekonomi politikalarının uzun yıllar boyunca oluşmuş ve rejimi ayakta tutan çıkarlar ağını veya başka bir deyişle “saadet zincirini” nasıl etkileyeceği. Bu, rejimin iç dengeleri açısından önemli. Yeni ekonomik-mali politikaların, eğer bir “uyum planı” yoksa, başta “Saray burjuvazisi” olmak üzere “rejim güçlerinin” çıkarlarını olumsuz yönde etkilemesinin bir takım ekonomik, toplumsal ve siyasi sonuçları olacaktır. Bu sonuçlar, rejim içinde ve bazı iktidar odakları arasında “Reis”e rağmen bir itiş kakışa yol açabilir. Bu nedenle RTE’nin kafasında, zor zamanlar atlatılana kadar dişlerin bir biçimde sıkılması, ardından Şimşek’in defteri (ikinci defa) dürülerek yine eski bildik usullere dönülmesi, açıkların başka kaynaklarla kapatılması gibi bir fikir olabilir. Buna ayrıca Saray burjuvazisinin çıkarlarını kollayan muhtemel bir “uyum planını” da ekleyebiliriz. Önümüzdeki dönemin gelişmeleri ve bunların yol açacağı sonuçlar konusunda, hem dünyanın durumu, hem de Türkiye’nin koşulları düşünüldüğünde kesin bir şey söylemek elbette güç. Ancak rejimin temel niteliklerine, belirgin eğilimlerine ve iç dinamiklerine bakarak bu ekonomik ve siyasi koşullarda emekçilerin hayrına bir değişim beklemenin, hele ki birtakım “demokratik hayallere” kapılmanın abesle iştigal olduğunu söyleyebiliriz.
Bir kere daha vurgulamak gerekiyor: İşçi sınıfının örgütlü ve bağımsız müdahalesi olmadığı sürece siyaset, sermaye fraksiyonları ve onların temsilcileri arasında giderek daha da gericileşen ve zaman zaman tehlikeli haller alacak bir iç çatışma olarak sürüp gidecektir; tabii gittiği yere kadar…