Murat Yakın
Kapitalist sistem yeni yılın başından beri sert ekonomik sarsıntılar geçiriyor. Bunun en açık kanıtları son 4 ayda gerçekleştirilen üç kurtarma operasyonuna rağmen ABD’nin orta ölçekli bankalarının devam eden sorunları ve bu sorunların Avrupa bankalarına yayılma emareleri; ABD ve küresel finans sisteminin temeli olan 22 trilyon dolarlık ABD Hazine piyasasındaki likidite koşullarının sıkılaşması; ABD ve Avrupa’da korkunç bir hızla yükselen enflasyon ve nihayet doların küresel para birimi olarak rolünün aşınmakta olduğuna dair artan işaretler.
Gerçek bir hayat pahalılığı krizinden söz ediyoruz. Afrika, Asya ve Latin Amerika’dan başlayarak sonuçları itibarıyla birçok insan için bir ölüm kalım meselesine dönen bir kriz…
Dahası artık bu kriz, hiçbir şekilde yoksul ya da az gelişmiş ülkelerle sınırlı değil. Avrupa ve Kuzey Amerika’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinde de etkisini giderek güçlü hissettiriyor.
Özellikle Avrupa’daki kitleler aniden kendilerini, yaşam standartlarının çöktüğü gerçek bir kabusla karşı karşıya buldular: zaten çok düşük seviyelerde tutulan ücretler, şahlanan enflasyonla yeni ve daha önce görülmemiş derecede düşük seviyelere çekildi. Emekli maaşları ve tasarruflar hızla değersizleşti. Aileler, 2. Dünya savaşından beri ilk kez evlerini ısıtmak ya da çocuklarını beslemek arasında seçim yapmak gibi acı bir ikilemle karşı karşıya.
Hükümetler sosyal hizmet harcamalarını kısarken yaşlılar, hastalar ve toplumdaki en savunmasız insanlar ölümcül tehlikelerle yüz yüzeler.
Kapitalist sistem artık İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden on yıllarda işçi sınıfı tarafından fethedilen reformları kararlılıkla imhaya odaklanmış durumda. Burjuvazinin şimdilerde yüzleştiği sorun şu? işçi sınıfına kazanımlarının tasfiyesi nasıl kabul ettirilecek?
Sadece son iki ay içerisinde Fransa, emeklilik reformuna karşı haftalarca süren grev ve kitlesel eylemlerle sarsıldı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, emeklilik reformunu hayata geçirmek için Fransız anayasasının antidemokratik 49.3 maddesini kullanarak, Bonapartist girişimlerini devlet terörüyle besledi ve yeni bir seviyeye yükseltti. Bu durum mücadelede bir yeni bir radikalleşme dalgası yarattı; kendiliğinden gelişen eylemler, stratejik sektörlerde grevler, ana yolların ablukaya alınması, lise ve üniversitelerin işgali ve polisle yoğun çatışmalar tüm ülkeyi kapladı.
Manş Denizi’nin diğer yakasında, Birleşik Krallık son yarım yüzyılın en büyük grev dalgasını yaşıyor; Yunanistan’da ise 28 Şubat’taki vahim tren faciasından bu yana üç genel grev yapıldı. Almanya’da ulaşım ve kamu hizmetleri çalışanlarının son 30 yılın en büyük grevi 27 Mart’ta ülkeyi felç etti. Portekiz’de öğretmenler, temizlik işçileri ve demiryolu çalışanlarının ulusal grev dalgasına tanık olması nedeniyle basın “hoşnutsuzluk kışı” olarak tanımladı. Avrupa 2008 kapitalist krizinden bu yana bu düzeyde bir işçi militanlığı görmemişti.
Sınıf mücadelelerinin keskinleştiği bu sürece, pandemi, yükselen enflasyon ve Ukrayna’daki savaşın ardından kıtada ortaya çıkan yeni ekonomik ve siyasi koşullar damgasını vurdu. Başlıca Avrupalı güçlerin hükümetleri askeri harcamaları ve NATO aracılığıyla savaş saldırısını arttırırken, “iç cephe” çatlamaya ve önemli çelişkiler baş göstermeye başladı. Bu durum, Avrupa’da sınıf mücadelesinin düzensiz de olsa geri dönmekte olduğuna işaret ediyor.
Şu anda bu eğilimin merkez noktası Fransa. Orada yaşananların sonuçları belli ki, sınırlar ötesinde bir etkiye sahip olacak. Fransa’da şimdiden, işçilerin en mücadeleci kesimlerinde, militan grevler, koordinasyon arayışları ya da bürokrasilerin ihanetlerini reddetme yoluyla doğrudan eylem eğilimleri ortaya çıkmaya başladı bile.
Sendikal bürokrasiye gelince; şimdiye kadar ürkütücü grevleri içeriden bölmeyi ve pasifize etmeyi başardılar. Ana hedefleri, grevleri ve işçi huzursuzluklarını büyük bir şevkle idare edilebilir bir konumda tutmak ve kendi hükümetlerinin emperyalist politikalarına karşı açığa çıkabilecek bir meydan okumayı önlemek.
Sınıf mücadelelerinin bu yeni evresine damgasını vuran bir başka unsur da gençlik kesimlerinin eylemlere ve grevlere militanca katılımı ve dayanışmasıydı. – Bunun en çarpıcı örneklerini, Fransa Britanya ve Yunanistan’da gördük-
Gençler güvencesizlikten etkilendiler ve iklim krizi, cinsiyetçilik ve ırkçılığa karşı hareketlerle politize oldular. Kapitalizme hiçbir borçları olmadığını düşünüyorlar ve birçoğu yeni mücadele deneyimlerinin sıcaklığıyla giderek radikalleşiyorlar. Bu yeni durum, “geleceksizlik” fikirlerine ve gençlerin diğer kesimleri arasındaki yaygın bireyciliğe ve bu rahatsızlıktan faydalanmaya çalışan aşırı sağın etkisine karşı önemli bir karşı eğilim.
İçinden geçmekte olduğumuz döneme damgasını vuracak devrimci siyasal yönelimlerin başını neo liberal saldırı politikalarını yenilgiye uğratmayı hedefleyen bir sınıf bağımsızlığı politikası, tüm işçi sınıfını ve mücadeleleri birleştirmeye dönük bir talepler listesi ve Bürokrasilere ve reformist akımlara karşı siyasi ve programatik mücadele çekecek.
Bu kırılgan momentte, Devrimci Marksistlerin en önemli rolü, en ileri tabakalardan başlayarak, işçilerin ve gençlerin deneyimlerinden gerekli sonuçları çıkarmalarını ve Marksist fikirlerin üstünlüğünü pratikte kavramalarını kolaylaştırıcı araçlar yaratmalarına yardımcı olmaktan geçecek.
Bu şüphesiz zaman alacak zorlu bir görev ve biz devrimciler sabrın erdemlerini öğrenmeliyiz.
Lenin’in 1917’de, bir devrimin ortasında şöyle diyordu: “Sabırla Açıklayın!”
Olayların gerçek ritmini tahmin etmek mümkün değil. Ancak sınıf mücadelesinin patlayıcı bir şekilde yoğunlaşması için pek çok bölgede açık bir potansiyel söz konusu. Dünya çapında sert bir sınıf mücadeleleri döneminin eşiğindeyiz.