NEO-BONAPARTİST BİR REJİMDE DURUMU İDARE ETMEK: GÖRMEZDEN GELMEK, NORMALLEŞTİRMEK, KABULLENMEK, İŞİNE BAKMAK..!  

NEO-BONAPARTİST BİR REJİMDE DURUMU İDARE ETMEK: GÖRMEZDEN GELMEK, NORMALLEŞTİRMEK, KABULLENMEK, İŞİNE BAKMAK..!   

Hakkı Yükselen

Türkiye’de siyasi muhalefetin başlıca sorunu, gerçekleşen rejim değişikliğini sözde kabul etmesine rağmen fiilen görmezden gelmeye çalışması, hatta neredeyse “yokmuş” gibi davranıp “günlük işlerine” bakması. Adeta bir çeşit “normalleştirme” halini yaşıyoruz. Hem de rejime yönelik “faşizm” ve “diktatörlük” suçlamalarına ve sıklıkla dile getirilen, “temel değerlere” ilişkin derin endişelere rağmen! Aslında sorun, bazen epeyce “soylu-mantıklı” gerekçeler eşliğinde, başka bir şey yapılamadığı (veya yapılmak istenmediği), bazen de güç yetirilemediği için, var olanın şu veya bu biçimde “yaşanılabilir”, “idare edilebilir” bir durum olarak kabullenilmiş olması.

Burjuva Muhalefetimiz…

Tabii, bu kabullenmede burjuva muhalefetimizin, rejimden şikâyet etse de zaten kendi “toplumsal habitatında” yaşıyor olmasının ciddi payı var. Buradan yola çıkarak, şimdilik muhalefette yer alan bazı kesimlerin, “toplumsal uyumun” ötesinde, “doku uyumları” nedeniyle de kısmetlerini rejim saflarında arama ihtimallerinin büyük olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’nin içine düştüğü bu halin iktidarın gücünden değil, muhalefetin zayıflığından kaynaklandığı yıllardır söylenegelir. Bu büyük oranda doğru bir önermedir. Burjuva devlete olan düşkünlüğün, düzenperestliğin, şoven milliyetçiliğin, toplumsal asayişi koruma hassasiyetinin, sözde milli çıkarların, “terörle” yan yana görünme korkusunun, muhalefeti en atak davranması gereken durumlarda bile nasıl bir “kuzuya” çevirdiğini defalarca gördük. Bütün bunlara bakıldığında, siyasal şiddet konusunda rejimin bugüne kadar daha ileri gitmemiş olmasını iyilik, merhamet veya demokratlığına değil, muhalefetin “sorumluluk duygusuna”, yani derin sınıfsal korkularına borçlu olduğumuz söylenebilir!

Bu Tür Rejimler…

Elbette Putin Rusyası gibi çok daha “mükemmel” örnekleri de var, ancak “Neo- Bonapartist” rejimlerde iktidar-muhalefet ilişkileri aşağı yukarı birbirinin benzeri. “Meşruiyet” iddialarını öncelikle sahip oldukları ciddi kitle-seçmen desteğine dayandıran bu türden rejimler parlamento, serbest seçimler ve siyasi partiler gibi “demokratik” kurumların varlığı nedeniyle hatalı veya eksik biçimlerde “illiberal demokrasiler, otoriter başkanlıklar…”  Olarak da tanımlanabiliyor. Bu durum aynı zamanda böyle rejimlerin boyunlarına doğrudan “diktatörlük” yaftasının asılmasını da engelliyor.  Neo-Bonapartist rejimleri, farklı kanatlardan muhalifleri için her şeye rağmen “yaşanabilir” veya kerhen de olsa “kabullenilebilir” kılan bir neden de bu “görüntüleri!” Oysa bilindiği üzere gerçek çok daha farklı: Bu rejimler “demokratik meşruiyetlerini” tamamen eşitsiz koşullarda yapılan hile hurdaya dayalı seçimlerden ve işlevlerini kaybetmiş parlamentolardan alıyorlar. Tabii, daha fazlası da var: Burada, devlet eliyle yaratılmış eşitsiz güç ilişkileri temelinde, her şeye tek bir kişinin karar verdiği, yasa-anayasa tanımayan, bunu engelleyebilecek hiçbir hukuki ve kurumsal gücün olmadığı, toplumun bir bölümünün “vatan haini-millet dışı” ilan edildiği, her türlü demokratik hak ve özgürlüğün sınırlandığı veya fiilen ortadan kaldırıldığı otokratik rejimlerden söz ediyoruz.  Burjuva diktatörlüklerinin çeşitliliği ve “derece farkları” düşünüldüğünde bunların da bir çeşit “diktatörlük” olduğu söylenebilir. Yani bu konuda öyle aşırı soyut, sınırlı tanımlara hapsolmaya gerek yok! Ayrıca burjuva baskı rejimleri arasındaki “geçişlilikler” hesaba katıldığında bu rejimlerin, ömürleri olduğu sürece, başka türden bir Bonapartizme veya askeri bir diktatörlüğe, hatta faşizme, yani “kendisinden çok daha beter bir şeye” dönüşme ihtimalleri de var. Üstelik böyle bir dönüşüm için muhaliflerin “kaşınmasına” da gerek yok. Çünkü bunlar, sadece kendi iç dinamikleriyle bile daha tehlikeli yollara girebilecek türden rejimler…

Bütün bunlar, yukarıda sözü edilen “görmezden gelme, kabullenme, yok sayıp işine bakma” halinin bir başka önemli nedenini de anlamamızı sağlıyor: Rejimin niteliği, pratik tezahürleri ve gidişatının yönü, “gerçek bir muhalefet” için, kaçınılmaz olarak üstlenilmesi gereken bir dizi tarihsel sorumluluk ve zorunluluk anlamına geliyor. Hem de böylesine tehlikelerle dolu bir ortamda. Bu, örneğin burjuva muhalefet açısından, sermaye düzenine bağlılığı ve bugünkü güç dengeleri düşünüldüğünde kolayca göze alınamayacak bir durum. Bu nedenle burjuva muhalefet kendi sorumlulukları açısından “zamana oynama” yolunu seçmiş görünüyor.

Çürümeye Yüz Tutmuş Nesnellikle Acıklı Bir Öznellik Arasında!

Sosyalist muhalefet için ise sorun elbette “düzenperestlikten” kaynaklanmıyor. Bu cenahta esas olarak ileri derecede bir güç ve etki kaybı, düşünsel gerileme, siyasal olarak somut bir stratejinin ve iktidar perspektifinin yokluğu gibi ciddi sorunlar var. Rejimin saldırılarına, en iyi durumda ancak birbirinden kopuk mevzi direnişlerle karşılık verilebiliyor. Son zamanlarda önderlik iddiasıyla öne çıkan kimi “popüler” siyasi oluşumlar, sınıfsal-toplumsal bir hareketin değil, daha çok bireysel öfke ve isyanların, sosyal medya hareketlerinin üzerinde yükselmeye çalışıyorlar! İdeolojik-teorik düzeyi belirleyen, ağırlıklı olarak gündelik sosyal medya atışmaları; ülkenin fikir hayatını etkileyebilecek, en azıdan bu yolla etki sağlayabilecek bir çıkış yok. Yani, sosyalist hareket açısından, nesnel koşulların -tabiri caizse- “olgunlaşıp çürümeye yüz tutmasıyla”, öznel koşulların acıklı hali arasındaki “makas” çok açılmış durumda. Bu cenahta rejime ilişkin “zehir zemberek” laflar edip de neredeyse “görmezden gelme”, dolayısıyla da “günlük işine bakma” halinin belli başlı nedenleri bunlar. Ayrıca burjuva muhalefeti gibi bu cenahta da “ideolojik engeller” var. Bunun nedeni ülkenin sermaye iktidarları tarafından içine düşürüldüğü “demokrasi açlığının”, sosyalist saflarda zaten derin bir ideolojik-tarihsel arka planı olan (aşamacılık, demokratik devrimcilik, demokratik cumhuriyetçilik, radikal demokratlık) çeşitli küçük burjuva sol eğilimleri daha aleni bir hale getirmesi. Bu durum politik boyutuyla büyük ölçüde parlamentarizmin farklı görünümleri, bunlara bağlı “ince hesaplar”, en azından birtakım parlamenter hevesler ve nafile bir demokrasi beklentisi olarak ortaya çıkıyor. Tersi ise, ülkenin somut gerçekleriyle ilgisi olmayan, “ultra devrimci” kılıklara bürünmüş, ancak bugüne kadar devrimci harekete ve işçi sınıfına hiçbir hayrı dokunmamış bir çeşit boykotçuluk, gerçekte ise “ilkesel” nedenlerin ardına saklanmış bir “politikaya ilgisizlik” olarak yaşanıyor. Sosyalist solun bu her iki kesimi de içinde yol alınan siyasi ve toplumsal süreçlerin adeta tek değişkeniymiş ve bu nedenle de sonsuz bir zamana sahiplermiş gibi davranıyorlar. Oysa bu yolda ne bizler tek başınayız ne de zamanımız sınırsız.

Eğer bir çıkış yolu bulmak isteniyorsa, önce yaşanan rejim değişikliğinin anlam ve öneminin gerçekten kavranması, gerekliliklerinin yerine getirilmesi ve siyasi faaliyetlerin toplumsal mücadelenin yasalarına uyarlanması gerekiyor. Bunlar, hele ki bugünün koşullarında hiç de kolay işler değil. Ancak devrimci mücadele hiçbir zaman kolay bir iş olmadı. Gündelik işler ve taktik esneklikler, ancak iktidar hedefi olan somut bir devrimci stratejinin; günlük mücadeleleri sosyalist devrim hedefine bağlayan bir geçiş programının varlığıyla anlam kazanabilir.  Bunlar, işçi sınıfı hareketinin bugünkü acıklı durumu bahane edilerek, “zamanı geldiğinde” düşünülecek işler değil, aksine bu durumdan çıkışın anahtarlarıdır! Aksi halde, “devrim ve sosyalizm” adına bir takım “demokrasi güçlerinin” peşine takılmaktan,  reformizme dönüşmesi kaçınılmaz parlamenter hayallerle oyalanmaktan veya kendi “proleter devrimci paralel evreninde”  “o büyük günü” beklemekten başka bir yol kalmaz.

Yazar Hakkında