CUMHURİYETİN 100.YILI…BU DEVİRDE OKUNMAMASI GEREKEN BİR YAZI: CUMHURİYETİN SINIFSAL HALLERİ!

CUMHURİYETİN 100.YILI…BU DEVİRDE OKUNMAMASI GEREKEN BİR YAZI: CUMHURİYETİN SINIFSAL HALLERİ!

 “Bugün biz bu akıl imparatorluğunun burjuvazinin idealize edilmiş imparatorluğundan başka bir şey olmadığını, bu sonsuz adaletin gerçekleşmesini burjuva adalette bulduğunu, bu eşitliğin yasalar önünde burjuva eşitliğe indirgendiğini, burjuva mülkiyetin temel insan haklarından biri olarak ilan edildiğini ve akıl devletinin bir burjuva demokratik cumhuriyet olarak doğduğunu ve ancak öyle doğabileceğini biliyoruz”.    Frederich Engels 

HAKKI YÜKSELEN             

Üstteki alıntıda Engels “demokratik cumhuriyet”ten ve o cumhuriyetin temeli olan akıl, adalet, eşitlik, insan hakları gibi “değerlerden” söz ederken başlarına birer “burjuva” sıfatı ekliyor; onları sınıflı bir toplumdaki “indirgenmiş” halleriyle ele alıyor! Üstat bizce tamamen haklı. Tarihsel olarak uzlaşmaz sınıf çelişkileriyle bölünmüş bir toplumda (ki, burada burjuva toplumu oluyor) sözü edilen her “değerin” başına onun sınıfsal aidiyetini belirten bir sıfat eklemeden bir şeyleri anlaşılır kılmak mümkün değil. Neticede “eşyaya adıyla hitap etmek”  gerekiyor.

Bütün bunları söylememizin nedeni şu: Çok uzun zamandır, özellikle de son yıllarda, 1919-23 “Türk Devrimi”nden bir “burjuva devrimi”, o devrimin devamı olarak 1923’te kurulan Cumhuriyet’ten de “burjuva cumhuriyeti” olarak söz etmek muhatabımızın meşrebine göre değişen tepkilere yol açabiliyor. Hani laf biraz daha uzasa sonunda “devrim ve cumhuriyet düşmanı” olmak bile var! Oysa ne devrim, ne de cumhuriyet düşmanıyız. Tarihsel olarak statükoya karşı devrimi, monarşiye, saltanata karşı cumhuriyeti savunuyoruz elbette. Ancak bunu, tıpkı Engels’in yaptığı gibi sınıflara bölünmüş bir toplumda ortaya çıkan bütün bu kavram ve olguların başına sınıfsal karakterlerini vurgulayan “burjuva”, “işçi” gibi sıfatları da koyarak yapıyoruz. Tabii, bu sınıfsal tanımlamalar, tarihsel planda layık oldukları yere oturtmakla birlikte, bizim sözü edilen devrim ve cumhuriyetlere olan mesafemizi de belirliyor. Burada örneğin tarihteki burjuva devrimlerinin, kitlelerin katılımı, siyasi sonuçları, ulusal sorun ve toprak sorununun çözümü vb. uygulamalarıyla “demokratik” nitelikte olup olmamaları da önemli ölçütlerimizden biri.  Sözünü ettiğimiz ölçütlere uygun biçimde bu devrimlere tarihsel olarak gerektiği kadar saygılı, ancak ideolojik ve politik olarak mesafeli ya da karşıt bir tavır almanın doğru olduğu kanısındayız.

Demokratik Olmayan Bir Burjuva Devrimi

Geçmişi 1908’teki ilk devrime dayanan, 1919’da başlayan “Millî Mücadele, İstiklal Harbi, Kurtuluş Savaşı…” gibi adlarla anılan, bir cumhuriyet ve yeni bir sosyoekonomik yapı inşasıyla sonuçlanan “Türk Devrimi” siyasi ve toplumsal nitelikleri itibariyle bir “burjuva devrimi”dir. Üstelik bu devrim, ulusal bağımsızlığın dışında, kitlelerin katılımı, siyasi demokrasi, toprak sorununun ve ulusal sorunun çözümü   gibi “demokratik-özgürleştirici” ölçütlerle ele alındığında, burjuvazinin devrimci çağının büyük “burjuva demokratik devrimleri”nden farklı olarak “demokratik” olmayan bir devrimdir. Halkın kısmen de olsa bağımsız ve kitlesel bir siyasi güç olarak rol almadığı, bu türden sınırlı girişim ve ihtimallerin bilinçli ve sistematik bir biçimde bertaraf edildiği, “demokratik bir cumhuriyetle”, hatta iddialarının aksine, çok kısa bir zaman dilimi dışında “Meclis egemenliği” ile sonuçlanmayan bu devrimin, demokratik olmaması bir yana, kimi kesimlerce bir “devrim” dahi olmamakla eleştirilmesinin, hatta devrimin ve liderliğinin Osmanlı geçmişine  ve “bürokratik sürekliliğine” bakılarak (Gerçekte hemen hepsi 1908’in devrimci kadrolarıydı)  “Üçüncü Meşrutiyet” olarak tanımlanmasının bir nedeni de budur. Sözünü ettiğimiz dönemde yaşananlar elbette hem politik hem de sosyal anlamda bir devrimdir. Bu devrim politik boyutuyla bir ulusal bağımsızlık savaşının ardından altı yüz küsur yıllık Osmanlı monarşisini yıkıp bir cumhuriyet inşasına girişirken, sosyal boyutuyla Türkiye’de kapitalizmin ve bir burjuva toplumunun yerleşip gelişmesinin önündeki ekonomik, toplumsal, hukuki, kültürel engelleri ortadan kaldırmış, yeni bir toplumsal yapı kurmuştur. Bir devrimin sınıf karakterini belirleyen önüne koyduğu tarihsel ve toplumsal hedeflerdir; “Türk devrimi” de kendi koşul ve sınırları içinde bunu yapmıştır. Ona bir “burjuva devrimi “ dememizin nedeni temel toplumsal unsurlarının sınıfsal kökenlerinin ötesinde önüne koyup kendi usulleriyle gerçekleştirmeye çalıştığı hedeflerin burjuva niteliğidir.

Bu nedenle, günümüzün malum koşullarında, özellikle de Saray rejiminin yol açtığı dehşet duygusuyla “cumhuriyet değerlerine sarılmaktan” veya “bu değerlere sahip çıkmaktan” söz edenlerin, özellikle de sosyalist olduklarını söylüyorlarsa çok dikkatli davranmaları gerekiyor. Çünkü burada söz konusu olan bir takım soyut kavram ve değerler değil, yazının başındaki alıntıda Engels’in de ifade ettiği üzere, anlam ve içeriklerini gerçek tarihsel süreç içinde kazanmış somut ve had safhada sınıfsal değerlerdir. Tabii, kimsenin sınıfsal tercihlerine karışamayız, ancak gerçek budur!

Türk Devrimi, emekçi kitlelerin askere alınma ve zorunlu (veya gönüllü) maddi katkılar dışında doğrudan rol oynamadığı, demokratik olmayan, bu anlamda da tamamlanmamış bir burjuva devrimidir. Yukarıda da belirtildiği üzere, bir burjuva devriminin “demokratik” niteliğini belirleyen başlıca ölçütlerden biri, bir “halk hareketi “ anlamındaki “kitleselliği, bir diğeri de en azından bir dönem boyunca (hiçbir devrim bu konuda sonsuz bir garanti sağlamaz!) bir “siyasi demokrasi ile taçlanmamış olmasıdır. Buna o dönemde yaygın olarak varlığını sürdüren toprak veya tarım sorunu ve çok kritik bir öneme sahip Kürt ulusal sorunu da eklenmelidir.  Geçen yüz yıl içinde, toprak sorununun tedricen o günkü haliyle ortadan kalkmış olmasının dışında, siyasi demokrasi sorununun çeşitli Bonapartizm ve diktatörlük biçimleri altındaki acıklı seyri, cumhuriyet tarihi boyunca zaman zaman biraz hafiflemiş olsa da emekçi sınıflar üzerindeki baskının bazı dönemlerde ağırlaşarak sürmesi ve kimi zaman kanlı biçimler alan Kürt ulusal sorununun halen yakıcı önemini koruyor olması bu devrimin tamamlanmamış olduğunun kanıtlarıdır.

Bir burjuva devriminin emekçi halka doğrudan yarar sağlayan, onu özgürleştiren boyutu demokratik niteliğidir. Oysa Türkiye’de gerçekleşen burjuva devrimi, bu demokratik boyutun yokluğunda, Asker-sivil bürokrasiden gelen bir kadronun siyasi önderliğinde, ticaret burjuvazisi, büyük toprak sahipleri ve az da olsa sanayi burjuvazisinden oluşan bir egemen sınıflar koalisyonunun hâkimiyeti altında ve öncelikle onun çıkarları doğrultusunda şekillenmiş ve bu şekillenme emekçi sınıfların ekonomik ve siyasi durumunu, hak ve özgürlüklerini büyük ölçüde belirlemiştir.

Anti-emperyalizmin Sınırları, Geleceğe Dair Garantiler ve Batı ile Uyum

Cumhuriyetin inşa yıllarının ekonomik, politik, hukuki, toplumsal, ideolojik ve kültürel şekillenmesi, devrime önderlik eden kadroların, daha Millî Mücadele (politik devrim) döneminden başlayarak ülkenin gelişimini ve geleceğini burjuva “Batı Medeniyeti” dairesinde tasarladıklarını; Cumhuriyetin kuruluş (sosyal devrim) yıllarındaki tasarruflarının da ülkede kapitalizmin yerleşip gelişmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı esas aldığını açıkça göstermektedir. Bugün, özellikle Cumhuriyet’in ilk dönemine ilişkin sıklıkla kullanılan “ilerici, devrimci, çağdaş, modern…”  gibi tanımları bu çerçevede ele almak gerekiyor. Bu tasarım ve hedefler, yine Milli Mücadele döneminden başlayarak hem iç, hem de dış politikanın işaret ettiğimiz doğrultuda şekillenmesine yol açmıştır. Bu kadronun ve onun önderliğinde şekillenen yeni devlet örgütlenmesinin, Sovyet Rusya ile olan ve savaşın kaderini belirleyebilecek kadar önemli ve epeyce yakın ilişkilere rağmen, dönemin emperyalist ülkeleriyle kurduğu ilişkiler dikkat çekicidir. Yeni rejimin emperyalizm karşıtlığını bu çerçeveden okumakta fayda vardır. Burada sözü edilen basitçe, savaş sırasında İtalya, Fransa, ABD gibi ülkelerle kurulan siyasi, diplomatik ilişkiler ve yapılan anlaşmalar değildir. Bunlar diplomasinin gereği düşmanı bölmek,  düşman sayısını azaltmak veya uluslararası ilişkilerde politik bir dengenin sağlanması olarak da değerlendirilebilir. Ancak sorun esasa ilişkindir. Bu süreçte asıl dikkati çekici olan, Ankara Hükümeti’nin, pratikleriyle, kurulacak yeni düzenin Bolşevizme, sosyalizme karşıt kapitalist bir düzen olacağına, ülkenin kapitalist dünyanın bir parçası olarak kalacağına dair verdiği işaretler, hatta garantilerdir. Kurtuluş Savaşı yıllarında sol, sosyalist faaliyetlere yönelik baskı, (bazen kanlı) engelleme ve cezalandırmaları sadece dahili politika ve sınıf ilişkilerinin bir gereği olarak görmek mümkün değildir. Yine bu bağlamda, örneğin Lozan Konferansı’nın zora girdiği ve bu nedenle görüşmelerin kesildiği dönemde yapılan İzmir İktisat Kongresi’nin Batılı emperyalist ülkelere yeni dönemin burjuva sosyoekonomik yapısına dair “sınıfsal” bir işaret ve garanti olduğu söylenebilir. Burada bu işaretlerin emperyalist ülkelerde de karşılık bulduğunu, örneğin işgalci Yunanistan’ın Birleşik Krallık (İngiltere) ve diğer Batılı müttefiklerince, maddi ve politik destekleri kesilerek siyasi ve askeri alanda yalnız bırakıldığını da belirtelim. (Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı ve Genel kurmayı içinde de görece erken bir dönemde ortaya çıkan ve Başbakan Lloyd George’un Yunanistan yanlısı politikalarına muhalif, devletlerinin Ortadoğu’daki çıkarları açısından Ankara’ya yakın bir akım vardı.)

Sorun bunlarla da sınırlı değildir. Lozan Antlaşması’nda yer alan bazı maddeler de emperyalist sistemle ilişkilerin uyumlu, dostane bir yol izleyeceğini göstermekteydi. Örneğin Osmanlı döneminde uygulanan düşük gümrük vergisi oranlarının 1929’a kadar yükseltilmemesi; ithal mallarla yerli mallara farklı tüketim ve satış vergileri konulmaması; Osmanlı borçlarının, yeni Türkiye’ye düşen üçte ikilik bölümünün 1929’dan itibaren ödenmeye başlaması. (Bu borçların son taksiti 1954’te ödendi!) Bunların dışında yeni düzenin, yabancı sermaye yatırımları vb. konulardaki “dışa açık” liberal politikaları “anti-emperyalizm” anlayışının sınırları konusunda fikir vermektedir: Bu, kapitalist bir toplumsal formasyon temelinde, ülkenin siyasi bağımsızlığının sağlanmasını, geçmişte Osmanlı’nın yarı sömürgeleşmesine yol  açan türden ekonomik, mali, politik ilişkilere son verilmesini içeren; ancak kapitalist sistemden kopuşu içermeyen, burjuva sınırlar dahilinde,  sonraları giderek emperyalizmle daha derin  bir bağımlılık ilişkisi ve  bütünleşmeyle sonuçlanacak olan  bir “anti-emperyalist”  anlayıştır. Nitekim cumhuriyetin kuruluş dönemindeki ekonomik yapı içinde, şüphesiz belirli koşullarla, yabancı sermaye yatırımları, yeni devlet yönetimi için bir sorun yaratmadığı gibi, teşvik de görmüş; devlet tekelindeki ithalat ve üretim imtiyazlarının yine devlet eliyle dağıtımından, özellikle yerli sermaye ile kurdukları ortaklıklar aracılığıyla pay almışlardır. (Kurulan şirketlerin üçte biri yerli-yabancı ortaklığı; toplam şirket sermayeleri içinde yabancıların payı yüzde 43)) Buna karayolu ve demiryolu ihalelerini alan yabancı şirketlerin, yerli taşeronların da zenginleşmesine imkân veren faaliyetlerini de eklemeliyiz. Yabancı sermaye yatırımlarının o dönemki Türkiye ekonomisinden çekilme nedeni yeni rejimin emperyalizm karşıtı yönelimleri değil, 1929’da başlayan ve bütün dünyayı etkileyen Büyük Depresyon’dur.

Egemen Sınıflar İttifakı,  Ekonomi Politikaları, Burjuvalaşan Bürokratlar

Demokratik olmayan bir burjuva devriminin ardından kurulan Cumhuriyet yönetiminin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki antidemokratik baskılarını, kapitalizmin yerleşip gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılması misyonu dahilinde ele almak gerekiyor. Bu bağlamda öncelikle yeni devletin ticaret ve sanayi sermayesi ile büyük toprak sahipleriyle ilişkisi, bu sermayenin milli gayeler (“milli iktisat” perspektifi) ve sağlanan imkânlarla güçlendirilmesi, bir ölçüde  “yaratılması” büyük önem kazanıyor. Bu süreçte Cumhuriyet yönetimi neredeyse “mutlak” anlamda sermaye yanlısı bir rol oynuyor. Sermayeye aynı zamanda ciddi maddi teşvik ve destekler de (Teşvik-i Sanayi Kanunu-1927) sağlayan bu devlet politikası, İş Bankası’nın kuruluşu örneğinde olduğu gibi pek çok bürokratın, ellerindeki nüfuzu da kullanarak sermaye ile doğrudan ilişkiler kurmalarına, işletmelere ortak olmalarına ve bu yolla zenginleşerek birer burjuvaya dönüşmelerine imkân vermiştir. Burjuvalaşan bürokratların (Büyük ölçüde Milli Mücadele içinde de yer almış kadroların) yabancı şirketlerin komisyoncu ve acenteleri olarak, devlet içindeki güç ve ilişkilerini de kullanarak ülkenin ekonomik hayatındaki yerlerini aldıkları bilinen bir gerçektir.

Hararetle desteklenen özel sermayeye dayalı kalkınma modelinin beklenen başarıyı sağlayamamasının ve ulusal ekonomilerin kendi içlerine kapanmasına yol açan 1929 Büyük Depresyonu’nun ardından yeni rejimin yöneldiği ekonomik devletçiliğin ise, planlama boyutu da dahil, kimilerinin ima ettiği şekilde “sosyalizan” bir yönü yoktur.  O döneme ilişkin bir zorunluluğun sonucu olarak ortaya çıkan bu yöneliş esas mantığı itibariyle bir devlet kapitalizmidir. Yeni ekonomi politikalarının, yani sanayide devletçiliğin, özel girişimciliğe karşı olmadığı, devleti yönetenlerce de ilan edilmiş; aynı dönemde daha yavaş bir tempoda olsa da özel sanayi girişimleri gelişmelerini sürdürmüşlerdir. Zaten aynı dönemde devlet fabrikalarının ürünlerinin pazarlanması işini de özel sektör yürütmekteydi.

“Sınıfsız” Bir Cumhuriyetin İşçi Sınıfına Ödettiği Bedel

Hem 20’li yılların özel girişimci, hem de 30’ların devletçi  -kapitalist kalkınma modellerinin bedeli ise işçi sınıfı ve emekçilere ödetilmiştir.  Sorun emekçilerin maddi yoksulluğunun çok ötesindedir. İşçi sınıfı her iki dönemde de çeşitli yasal ve fiili yasaklamalar temelinde ağır bir devlet baskısı ile yüz yüze bırakılmıştır. Bu baskının gerekçesi, hem bütün ülkede büyük bir bölümü çok küçük işletmelerde çalışan 250 bin kadar işçinin olduğu ilk dönemde, hem de hızlı bir sanayileşmenin yaşandığı ve işçi sınıfının hızla büyüdüğü devletçi dönemde sınıfların varlığının inkârına dayanmaktaydı: Cumhuriyet yönetimi,  bizde Batı’daki gibi sınıf farklılaşmalarının bulunmadığı, Türk milletinin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olduğu,  burada ancak mesleki farklılıklardan söz edilebileceği  şeklindeki “korporatist”  iddialarla rejimi meşrulaştırmaya çalışmaktaydı.  Rejim, “halkçılık” ilkesini de “sınıf mücadelesi yerine toplumsal düzen ve dayanışma sağlanması, birbirini ‘bozmayacak’ şekilde farklı sınıf çıkarları arasında ahenk kurulması” şeklinde ifade edilen toplumsal hedeflere dayandırmaktaydı.  Sözü edilen her iki dönemde de (liberal ve devletçi),  kapitalist bir düzen inşası ve bu yoldan kalkınma hedefinin kaçınılmaz sonucu farklı sosyal sınıflara bölünmüş bir toplumda devlet ve egemen sınıflar eliyle işçi sınıfına karşı yürütülen “tek taraflı sınıf mücadelesi” olmuştur. O dönemki Cumhuriyet hükümetlerinin işçi sınıfına yönelik baskı ve yasaklamaları 1908 Temmuz Grevlerinin ardından çıkarılan “Tatil-i Eşgal Kanunu” ve 1925’te çıkarılan “Takrir-i Sükûn Kanunu”na dayandırılmıştır. (Osmanlı ile bir “süreklilik” aranacaksa burada aranmalı!) Henüz tam manasıyla bir grev yasağını içermeseler de bu yasalar getirdikleri sınırlama ve yasaklarla işçi sınıfının durumunu ve çalışma koşullarını (başta 8 saatlik işgünü ve sendikalara tüzel kişilik olmak üzere)  düzeltmeye çalışan örgütleri baskı altına almış, yöneticilerini çeşitli gerekçelerle ağır hapis cezalarına çarptırmış ve sonunda da tasfiye etmiştir. (Bak: Türkiye Amele Birliği ve Amele Teali Cemiyeti) aynı dönemde yapılan bazı grevlerde devlet güçleri grevci işçilere ateş açarak eylemleri bastırma yoluna gitmiştir. (1927 İstanbul Liman İşçileri Grevi [15 işçi ve 5 polis öldü] ve 1927 Adana-Nusaybin Demiryolu Hattı Grevi [İşçiler ve ailelerinden çok sayıda kişi yaralandı. Demiryolu Fransız sermayesi tarafından işletiliyordu.] ) Aynı dönemde, sonraki “çok partili demokrasi” devrinde de bütün hızıyla sürdürülecek olan komünistlere yönelik takibat ve tevkifatlar da sıklıkla yaşanmaktaydı. Bütün bunlar o dönemde emekçilerinin içinde bulunduğu yoksulluğun, ülkenin ekonomik geriliğinin ötesinde, sermaye yanlısı ağır siyasi ve toplumsal baskılardan kaynaklandığını  da göstermektedir.

Aynı dönemde hazırlanıp Meclise sunulan iş kanunu tasarıları da ya bekletilerek kadük bırakılmış veya geri çekilmiştir. Nihayet 1936’da çıkarılan, uzlaşmazlık halinde “zorunlu uzlaşmayı” getiren ve grevi tamamen yasaklayarak bu hakkı ortadan kaldıran İş Kanunu ise tek parti iktidarının faşist eğilimleriyle bilinen genel sekreteri Recep Peker’in deyişiyle tam bir “rejim kanunu”dur.  1936 tarihli Türk Ceza Kanunu’nun (ancak 1991’de kaldırılan) örgütlenme ve propaganda ile ilgili meşhur 141. ve 142. maddeleri ise faşist İtalya ceza kanunundan aynen alınmıştır. Süreç, sınıf esasına dayalı örgütlenmeleri, yani en başta sendikaları yasaklayan, 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile tamamlanmıştır. Sonuç olarak “Cumhuriyet aydınlanmacılığı”nın ve “kuruluş felsefesinin”  sınıfsal –siyasi boyutu budur!

Cumhuriyetin Güçlü Ortağı: Büyük Toprak Sahipleri   

Cumhuriyetin ilk döneminin önemli bir başka özelliği, büyük toprak sahiplerinin egemen sınıflar koalisyonu içindeki yeridir.  Özellikle Yunan işgal bölgelerindeki büyük toprak sahipleriyle Fransız işgali altındaki bölgelerde,  1915’ten sonra tehcir ve imha edilen Ermeni halkın topraklarına el koyarak büyüyen toprak sahiplerinin mülklerini kaybetme korkusuyla Milli Mücadele’ye destek verdikleri bilinir. Bu destek büyük toprak sahiplerinin yeni rejimin toplumsal temelini oluşturan blok içindeki yerini ve güçlü siyasi etkisini belirlemiştir. Buna ulusal kurtuluş mücadelesine işgal altındaki bölgelerde silahlı yerel milis güçleri oluşturarak katılan bir kısım eşrafın ve lider konumundaki asker kökenli unsurların yeni rejim döneminde, ellerindeki güç ve otoriteyi kullanarak devlet arazilerine ve çoğu zaman köylülerin işlediği topraklara kimi durumlarda “yasal” yollarla, pek çok durumda ise zor kullanarak el koymalarını, bu yolla büyümelerini ve büyük servetlere sahip olmalarını da eklemeliyiz. (Dileyen Yaşar Kemal’in 4 ciltlik “İnce Memet” romanına da bakabilir. Bu roman, köylünün maruz kaldığı devlet ve ağa şiddetinin boyutlarını [ünlü jandarma dayağı] ve kırsaldaki CHP karşıtlığının kökenlerini anlamak açısından da yararlıdır!) Yine aynı dönemde, geleneksel aşar vergisi yükü kaldırılsa da, 1929 Bunalımı’na giden süreçte dünya piyasalarında düşen ürün fiyatları nedeniyle, küçük köylüler, konulan yeni vergileri ödeyemez hale gelmişlerdir.  Bu kesimin, topraklarını ve hayvanlarını elden çıkararak büyük toprak sahiplerinin “yarıcısı” durumuna düşmeleri topraksız köylü sayısında artışa yol açarken “toprak ağalığını” da büyütmüştür. İkinci Emperyalist Savaş dönemindeki ekonomik uygulamalar da çoğunlukla büyük toprak sahipleri yararına sonuçlar vermiş ve küçük çiftçilerin daha da yoksullaşmasına yol açmıştır. Büyük toprak sahiplerinin yeni rejim içindeki etkili konumları  (Parti ve Meclis’teki siyasi güçleri-bir bölümü milletvekili) zaman zaman gündeme gelen sınırlı toprak reformu önerilerinin akim kalmasına neden olmuştur.  Büyük toprak sahipleri, 1946’daki çok partili döneme geçişte, İnönü’nün sınırlı bir toprak reformu girişimine (Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu) karşı verdikleri “Dörtlü Takrir” ile partiden ayrılarak 1950’de iktidara yürüyecek olan DP’yi kurmuşlardır. Böylece “Takrir-i Sükûn” ile kurulan Bonapartist tek parti rejimi “Dörtlü Takrir”le sonuna varmıştır!

 Bir “burjuva demokratik devrimin” yerine getirmekle yükümlü olduğu en önemli görevlerinden birinin “toprak sorununun çözümü” ve köylülüğün özgürleştirilmesi” olduğu düşünüldüğünde Cumhuriyetin “demokratik” ve gerçek manada “halkçı” olmayan, “tepeden” ve tamamlanmamış bir burjuva devrimi olduğu açıkça anlaşılır.

Bir Ulus İnşasının Faşizan Niteliği

Çok kısa da olsa değinilmesi gereken bir başka husus da bu devrimin (kökü İttihatçılığa dayalı) “ulusal” boyutu. Türk Devrimi’nin (elbette var olan bir geçmiş ve bazı maddi temeller üzerinde)  bir “Türk ulusu” inşa etme çabaları, demokratik olmayan niteliği yüzünden kısa sürede “tekçi”, şoven milliyetçi ve 1930’lu yıllarda da, dönemin İtalya ve Almanya gibi faşist rejimlerinin verdiği ilhamla faşizan bir nitelik kazanmıştır. Bu politika “Türk Tarih Tezi” ve “Güneş Dil Teorisi” gibi sonu kafatası ölçümlerine kadar varan akıl, mantık ve bilimdışı ırkçı “teorilerle” desteklenmiş; “Türk vatanında Öz-Türk olmayanların tek hakkının hizmetçilik ve kölelik olduğu” rejimin önde gelen şahsiyetlerinden Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un ağzından ilan edilmiştir.  Dönemin, özellikle Kürtlerin asimilasyonunu hedef alan, onların etnik ve kültürel varlıklarını inkâra dayalı, herkesi zorla Türkleştirme politikasının barışçıl bir yoldan yürütülmesi mümkün değildi, nitekim öyle de oldu.  Böylece,  ezilen ulusların hak ve özgürlüklerinin tanınması konusu tamamlanmamış bir “burjuva demokratik” görev olarak günümüze devredildi!

Ya Laiklik!

Tabii burada asla vazgeçilemez bir hak ve özgürlük olarak “laiklik”ten de söz etmek gerekiyor. Laikliğin bugünkü perişan halini tek başına AKP hükümetlerinin ve yeni rejimin düşmanca politikalarına bağlayamayız. 1937’de Anayasa’ya giren Laiklik ilkesi, var olan din ve mezhepler bağlamında bile devletin bütün inançlara eşit mesafede durması, dinin devletin tamamen dışında yer alması, “din alanı ile dünya ve kamu işleri alanının birbirinden ayrılması, birbirine karışmaması” vb. temel tanımlara uymayacak biçimde uygulandı. Türkiye’de aksi ne kadar iddia edilse de devletin bir dini ve tanıdığı tek bir mezhep vardır ve o din ve mezhep Sünni-Hanefi İslam’dır. Bunun kanıtı bir devlet kurumu olarak 1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tek mezhepli yapısıdır. Hıristiyan azınlıkların kendi dini kurumlarını saymazsak, “laik cumhuriyet” , Diyanet aracılıyla resmi bir devlet dini yarattığı gibi, milyonlarca mensubu olan Alevilik, Şii-Caferilik gibi mezhep ve inançları adeta yok saymıştır. Özellikle Aleviler, devletin bu din politikasının sonucu olarak, kendi dini kurumlarından ve açık ibadet imkânlarından yasal olarak mahrum bırakıldıkları gibi, “laik Türkiye Cumhuriyeti’nde” çoğu zaman varlıklarını ve inançlarını saklamak zorunda kalmışlar, devlet politikalarının da bir sonucu, hatta bazı durumlarda gereği olarak milliyetçi-mukaddesatçı Sünni gericiliğinin savunmasız hedefi haline getirilmişlerdir. Dini “millileştirme ve devletleştirme”  perspektifiyle hareket eden burjuva cumhuriyet, bu alanı “aydınlatmaya” çalışırken, temsil ettiği gerici sınıfların çıkarları doğrultusunda tabiri caizse dinin “karanlığına” maruz kalmıştır!  Kısacası,  Türkiye’de laiklik en başından itibaren sorunlu bir alan olmuş, egemen sınıfların ve devletin ihtiyaçlarıyla sınırlı kalmıştır.  Laiklik karşıtı akımların uzun yıllar boyunca sindirilmiş olması bu gerçeği değiştirmez. Çok partili dönemde ortaya çıkan siyasi ve toplumsal gerçeklik bu alanda köklü bir dönüşümün gerçekleşmediğini göstermiştir.  Günümüzde yaşananlar da bu gerçeğin bir sonucu ve açık bir ifadesidir. Bu nedenle günümüzde laiklik sorunu, şüphesiz asla ihmal edilmeden, ancak “cumhuriyet değerlerine” ve “kuruluş felsefesine”, yani geçmişe dönülerek değil, programatik ve pratik olarak proletarya devrimciliği ve sosyalist bir devrim hedefi temelinde ele alınmalıdır.

Marx’ın Dediği: “Savaş Naraları Sürekli Devrim Olmalıdır!”

Amacımız Cumhuriyet’in sağladığı devrimci değişimleri, bazı önemli kazanımları görmezden gelmek veya değersizleştirmek değil, bunların sınıfsal karakterlerini, bundan kaynaklanan sınırlarını ve elbette bugünkü “acıklı” hallerinin gerçek nedenlerini, bütün bunların önümüze getirdiği devrimci görevleri ortaya koymaktır.  “Cumhuriyet değerlerinin” şimdiki rejim altında tehlikeye girmiş olması,  onların somut niteliklerini (şimdilik de olsa!) görmezden gelmemizin veya devrimci sosyalistler olarak can havliyle onlara “sarılmamızın”, “felsefelerine sahip çıkmamızın” nedeni olamaz. Sorunun temeli bu cumhuriyetin, “devrimci barutunu” çoktan tüketmiş gerici bir sınıfın toplumsal egemenliği temelinde inşa edilmiş olmasıdır. Zamanla ortaya çıkan durum,  esası itibariyle egemen sınıf çıkarlarının kaçınılmaz bir sonucudur. Tek tek burjuvaların “cumhuriyet değerlerinin” bugünkü hallerinden şikâyetçi olmaları bu gerçeği değiştirmez. Burjuvazi,  en devrimci çağında bile, devrimle işi bittiği andan itibaren “kendi eserine” (Ki, bu “eser” genelde siyasi olarak küçük burjuvazi eliyle gerçekleşir.) ihanet etmekle ün kazanmıştır! Türkiye’de de burjuvazi toplumsal egemenlik ve mülkiyetini tehlikede gördüğü her durumda, emeğe karşı yürüttüğü sınıf mücadelesinin her kritik anında toplumun en gerici güçleriyle açık veya örtülü ittifaklara girmiş, “kendi eserinden” geriye ne kaldıysa biraz daha aşındırmış veya tasfiye etmiştir. Bugün “sahip çıkılması” gerektiğinden söz edilen “değerler”, AKP’nin iktidara gelmesinden çok daha önce, “o halleriyle” asker zoruyla korunan içi boş birer kabuğa dönüşmüş durumdaydı. Günümüzde de bunlar uğruna hangi mücadele verilirse verilsin, toplumsal koşullar değişmedikçe, yani burjuvazinin toplumsal egemenliğine son verilemediği sürece, en iyi ihtimalle aynı sonuca varılacaktır.

Dün olduğu gibi bugün de devrimci sosyalistlerin bu “değerleri” ihya etme, yani bir anlamda başa dönme veya bugüne adapte etme gibi bir görevleri yoktur! Bu anlamda “Cumhuriyete sahip çıkmak” bizim işimiz değildir. Böyle bir strateji, bu ülkede “sosyalizmin yolunu açmak” bir yana, geçmişte olduğu gibi önünü kapatmaktan, savunulması gereken kazanımları burjuvazinin insafına terk etmekten başka bir sonuç vermeyecektir.  Karşımızdaki görev, kendi cumhuriyetimizi, yani bir işçi-emekçi cumhuriyetini kurmaktır. Bunu imkânsız veya çok zayıf bir ihtimal olarak görenlere, tehlike altındaki hak ve özgürlüklerin, “demokratik” de olsa bir burjuva cumhuriyeti zemininde muhafazasının çok daha imkânsız olduğunu bir kez daha hatırlatalım.

Bugünün koşulları ve sosyalist hareketin “hali pür melali” hesaba katıldığında böyle bir önermenin epeyce “lüks” kaçabileceği, hatta “cumhuriyet değerlerinin” bizim keyfimizi bekleyecek halinin olmadığı da söylenebilir! Ancak devrimci sosyalizmin öncelikle işçi sınıfının karşısına, işçi sınıfının da toplumun bütün emekçi kesimlerinin karşısına önder bir güç olarak çıkabilmesi, sözü edilen hak ve özgürlük mücadelesini, içerdiği “değerlerle” birlikte kendi ideolojik ve politik “tekeli” altına alması ve bunları önderlik edeceği bağımsız sınıf mücadelesinin bir parçası haline getirmesiyle mümkündür.  Burada cevaplanması gereken soru, örneğin laiklik vb. için “mücadele edelim mi, etmeyelim mi?” sorusu değil, bu mücadelenin hangi eksende, hangi yöntemlerle ve hangi önderlik altında yürütülmesi gerektiğidir. Bizce sınıf mücadelesinden geri durarak veya bu mücadeleyi erteleyerek demokratik hak ve özgürlüklere gerçek manada sahip çıkmanın imkânı yoktur.

Sözü sıklıkla edilen “cumhuriyetçilerle ittifakın”, sosyalist hareketi ve temsil edebildiği /edebileceği emekçi kesimleri ideolojik ve politik düzeyde “cumhuriyetçi” bir hegemonyanın altına  sokmasını ve işlerin yeniden başa dönmesini engellemenin başka bir yolu yoktur. Bu hayali bir tehlike değil, günümüzün gerçeğidir. Tehlikeyi büyüten, sosyalist saflarda hızla yayılan “demokratik-aydınlanmacı” sapmalardır. Tabii bunun yeni rejimin yol açtığı dehşet duygusunun ötesinde, çok eski bir küçük burjuva hastalığı olarak “aşamacılığa” gerekçe arama ve tabii “milli-demokratik ve bağımsızlıkçı” olması koşuluyla “ideal ve düzgün bir kapitalizme” duyulan heves ve hasret gibi temelleri de vardır! İttifak konusunda unutulmaması gereken bir başka nokta da, sözü edilen “cumhuriyet değerlerinin” milliyetçi-mukaddesatçı gericilik eliyle, gerçek bir kitlesel direnişle karşılaşmadan tasfiye noktasına getirilmesinin birinci dereceden sorumlusunun geçmişte “devletin sahipleri” olarak bilinen resmi ve sivil “cumhuriyetçiler” olduğudur. Milliyetçi-mukaddesatçı gericiliği sokaklarda-alanlarda durdurabilecek mücadele tecrübesine sahip tek güç olan devrimci, sosyalist hareket, önceki “laik ve demokratik” rejimin muhafızı paşalar tarafından etkisizleştirilmiştir. Geçmiş yıllarda, kapitalist düzeni güvence altına alan, İslamcı ve faşistlere kapıyı açan en önemli gelişme bu olmuştur.

Bütün bunlardan dolayı demokratik nitelikten yoksun ve tamamlanmamış bir burjuva devriminin, temsil ettiği sınıf çıkarları gereği eksik bıraktığı görevleri ele alırken bunu bir proleter devriminin “sürekliliğe” dayalı mantık silsilesi içinde yapmak zorundayız. Marx ve Engels’in, yenilgiyle sonuçlanan 1848 devrimlerinin ardından komünistleri ve işçi sınıfını, küçük burjuva demokratlarına karşı uyardıkları çağrı metnindeki “Savaş naraları sürekli devrim olmalıdır!” sözü boş yere edilmemiştir.

          

Yazar Hakkında