Sürekli DevRim vE Filistin’deki Savaş

Sürekli DevRim vE Filistin’deki Savaş

EDUARDO ALMEDIA PSTU-BREZİLYA

Filistin’deki savaşın önemi, Marksist sol için stratejik tartışmalarda güncellemelere yol açmıştır. Yapılması gereken en önemli güncellemelerden biri, tüm bu sarsıcı sürecin sürekli devrim programı teorisi çerçevesinde anlaşılmasıdır.

Lenin’in savaşları tanımladığı kriterlere göre Filistin direnişi, Nazi faşist karakterli bir etnik temizliği dayatmaya çalışan İsrail’in karşıdevrimci savaşına karşı meşru ve ilerici bir ulusal kurtuluş savaşıdır.

Ancak tüm süreç savaştan çok daha karmaşıktır.

Tüm bu sürecin – laik, demokratik ve ırkçı olmayan bir Filistin için – kendisi temelde demokratik bir slogandır. Ancak İsrail devleti yıkılmadan bu slogana ulaşılamaz, bu da doğal olarak burjuvaziye ve örgütlerine karşı döneceği için nesnel olarak sosyalist devrimci bir süreçte emekçi kitlelerin ayaklanmasını gerektirecektir.

Bu demokratik bir slogandır ve bu devrimci süreçte bir geçiş karakterine sahip olabilir ya da olmayabilir. Ya da karşı devrimin ağırlığı göz önüne alındığında gerçek bir zafer olasılığı büyük ölçüde azalacaktır.


Sürecin kökenleri

İsrail devletinin kuruluşu tarihsel bir sapmadır. Siyonist hareket tarafından desteklenen ve gezegendeki en büyük petrol rezervlerine sahip bölgede tepeden tırnağa silahlı bir kale inşa etmeye çalışan emperyalizmin 1948’deki doğrudan bir manevrasıyla yaratılmıştır.

Bu manevra, Stalin yönetimindeki SSCB tarafından en büyük siyasi suçlarından biri olarak açıkça (silahla) desteklendi.

Nazilerin Yahudilere yönelik katliamının dünya çapında yarattığı şokun ardından, Siyonist hareket emperyalist bir projenin öncüsü oldu. Bu proje ancak ahlaki bir temizlik ve Filistin halkına karşı sürekli bir savaşla gerçekleştirilebilirdi.

Bu savaş, İsrail’in Arap halklarına karşı Nakba (felaket) olarak bilinen ilk büyük saldırısında 800.000 Filistinlinin sürülmesiyle başladı ve İsrail’in Filistin topraklarının %77’sini kontrol altına almasını sağladı. Bugün bu topraklar “1948 toprakları” ya da “48 Filistin’i” olarak bilinmektedir.

Filistin halkı teslimiyeti kabul etmediği için çatışma periyodik olarak tekrarlandı. İsrail her çatışmayı topraklarını genişletmek için kullanmaktadır. 1948’den sonra 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda İsrail Gazze Şeridi’ni, Sina Yarımadası’nı, Batı Şeria’yı ve Golan Tepeleri’ni aldı.

Ve şimdi İsrail Nakba’da niteliksel bir adım daha atmak anlamına gelen bu savaşta Gazze Şeridi’nin bir bölümünü işgal etmek ve yaklaşık iki milyon Filistinliyi bu bölgedeki topraklarından Sina çölüne tamamen sürmek için kullanıyor.

Bu sadece ABD ve Avrupa emperyalizmi tarafından desteklenen karşıdevrimci bir savaş değildir. Geçmişte Nazilerin Yahudilere karşı yaptıklarına benzer, Nazi-faşist karakterde bir eylemdir.

Filistin halkı teslim olmadığı için, İsrail’in Filistin halkına karşı 75 yıldır devam eden karşıdevrimci bir savaşı mevcut. Bu savaşın daha şiddetli ve yoğun olduğu anlar olmuştur (1948’de, 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda ve şimdi olduğu gibi). Şu anda bu savaş, Filistinlilerin İsrail’e karşı ilerici bir ulusal kurtuluş savaşıdır.

İsrail’in kuruluşu dünya tarihindeki en ağır ulusal zulümlerden birini ortaya çıkarmıştır. Ve kuşkusuz bu, şu anda küresel olarak en çok desteklenen ulusal kurtuluş savaşıdır.


Devrim ve Karşıdevrimle Parçalanmış Bir Bölge

MENA (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) olarak bilinen bölge tarihsel olarak devrim ve karşı devrim arasında sarsıntılı süreçlerle kutuplaşmıştır.

Bunun güçlü nesnel ve öznel nedenleri vardır.

İlk nesnel unsur, emperyalizm için stratejik olan dünyanın en büyük petrol rezervlerinin yarattığı muazzam zenginliktir. Ayrıca dünya ticareti için çok önemli olan Avrupa ve Asya arasında bir geçiş noktasıdır. Bunlar İsrail’in emperyalizmin bir kalesi olarak yaratılmasının temel nedenleridir.

Aynı zenginlik, diktatörlükler (bazı ülkelerde acımasız monarşiler) tarafından desteklenen son derece zengin burjuvaziler ve giderek artan bir sefalet içinde olan bir halk ile büyük bir toplumsal kutuplaşma yaratmaktadır.

İkinci unsur ise İsrail devletinin varlığıdır. Bu devletin emperyalizmin askeri egemenliğini garanti altına aldığına ve özellikle ırkçı – oryantalist bir ideolojinin (“Müslüman barbarlara karşı demokrasi”) temelini oluşturduğuna şüphe yoktur.

Filistinlilere karşı acımasız bir dayatma olduğu için, kalıcı bir siyasi radikalleşme, çatışma ve savaş dinamiği yarattı.

Üçüncüsü, 2007-2009 küresel durgunluğundan bu yana dünya ekonomisindeki düşüş eğilimi nedeniyle dünya çapında kitlelerin yoksullaşmasına dair süregelen aynı dinamiğe sahibiz ve birbirini izleyen neoliberal planlar her biri bir öncekinden daha şiddetli bir şekilde sorunu daha da kötüleştirdi.

Dördüncüsü, bölge neredeyse tamamen on yıllardır var olan nefret edilen diktatörlüklerle karakterize edilmektedir. Toplumsal kutuplaşma ve ulusal baskı, burjuva demokrasileri çerçevesinde dikkate alınmamaktadır.

Latin Amerika’da bir dizi demokratik devrim Arjantin (1982), Brezilya (1984), Uruguay (1985) ve diğer ülkelerdeki diktatörlükleri devirmiş ve kıtanın büyük bölümünde burjuva demokrasilerinin kurulmasına yol açmıştır. Bu durum Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da gerçekleşmedi. Arap Baharı bile bu diktatörlüklere son veremedi.


İsrail’deki İç Durum

Dünyada ekonomik gerilemeye ve kitle hareketlerini bastırma ihtiyacına eşlik eden Bonapartizme doğru bir eğilim vardır ve bu bölgede de ifade edilen bir dinamiktir.

Bonapartist önlemlerin burjuva demokrasilerinde yaygınlaşması (Macron’un emeklilik reformunu dayatmak için parlamentoyu zorlaması gibi) ve burjuva demokratik rejimlerin Bonapartist rejimlere dönüşmesi (Türkiye ve Macaristan’da olduğu gibi) tesadüfi değildir.

Bunun bölgedeki göstergelerinden biri, diktatörlüklerin sürekliliğinin yanı sıra, İsrail Devleti’nin kendi içindeki evrimdir.

Bu devlet hiçbir zaman burjuva demokratik bir rejime sahip olmamıştır. Her zaman, çoğu oy kullanma hakkına bile sahip olmayan Filistinlilere yönelik baskı ve zulümle desteklenen bir apartheid rejimi olmuştur.

Ancak İsrailli Yahudiler için Güney Afrika’daki apartheid rejiminde beyazlarınkine benzer bir demokrasi söz konusuydu. Ancak son yıllarda İsrail hükümetleri giderek daha sağcı hale gelmiştir. Kamu güvenliğinden sorumlu Itamar Ben-Gvir ve maliyeden sorumlu Bezalel Smotrich gibi kilit alanlarda düpedüz faşist bakanlara sahip olan Netanyahu hükümeti bunun bir örneğidir.

Buna ek olarak Netanyahu, Batı Şeria’nın silahlı Yahudi yerleşimciler tarafından işgal edilmesini teşvik ederek Filistinlilere karşı daha da sert saldırılara girişiyor.

Savaştan önce Netanyahu, eşi benzeri görülmemiş Bonapartist bir hamleyle ülkenin Yüksek Mahkemesi’nin yetkilerini azaltan bir yargı reformunu hayata geçirmeye çalıştığı için büyük bir siyasi krizle karşı karşıya kaldı. Bu durum İsrail müesses nizamında bir bölünmeye neden oldu ve on binlerce kişi hükümetin bu projesine karşı sokaklara döküldü. Bu durum İsrail’in gayri meşrulaştırılmasını yoğunlaştırdı.

Bu da 7 Ekim’e zemin hazırlayan şiddetli koşulların oluşmasına yardımcı oldu.

Filistin saldırısı tüm İsrail devletine ve özellikle de aşırı sağcı hükümetinin İsrail’in güvenliğini sağlamak için gerekli olduğunu iddia eden Netanyahu’ya ağır bir darbe oldu. Hükümetin itibarsızlaştırılması o günden bu yana hız kazandı. Gazze’ye yönelik askeri saldırıya bir zemin sağlamak için bir ulusal birlik hükümeti kurmak zorunda kaldı.

İsrail’in kara harekatını geciktirmesi sadece askeri hazırlıklarla değil, aynı zamanda hem strateji hem de somut askeri önlemler açısından İsrail içinde yaşanan siyasi krizlerle de ilgilidir. Hükümetten yanıt bekleyen 240 rehinenin aileleri açısından da bir kriz yaşanıyor.

Şimdi Netanyahu kendi siyasi geleceğini de garanti altına almak için soykırım ve askeri zafer üzerine bahis oynuyor.

İsrail’in projesi Filistin halkına yönelik etnik temizlikte yeni bir adım atmaktır ve bunun için çeşitli olasılıklar bulunmaktadır.

Bunlardan biri Gazze’deki Filistinlileri (iki milyon kişi) Sina çölüne sürmek. Diğeri ise, daha dolaylı olarak, Gazze Şeridi’nin bir kısmını kesin olarak işgal etmek ve diğer kısmını İsrail’e bağlı bir yönetim altında da olsa Filistinlilere bırakmaktır.

Bu “savaş sonrası” planın inşası halihazırda tartışılmaktadır ve PNA (şu anda çok zayıf), Arap ülkeleri (Mısır, Ürdün, Arabistan gibi) ve bir BM askeri gücünü içerebilir. Böyle bir planın Çin ve Rusya’nın desteğini de içermesi olasılığı göz ardı edilmemelidir.


Devrimci süreçlerin sınırları

Bölgede nesnel temellerini işçilerin acımasızca sömürülmesinden, yerel diktatörlüklere karşı duyulan nefretten ve İsrail’in varlığı ve baskısından alan çeşitli devrimci süreçler mevcuttur.

Ancak bu süreçler, bölgedeki proletaryanın toplumsal kırılganlığı ve devrimci liderliklerin pratikte var olmamasıyla sınırlıdır.

En son süreçlerden bahsetmek gerekirse, 2010-2013 yılları arasında bölgedeki diktatörlükleri sarsan kitlelerin büyük ayaklanması olan “Arap Baharı “ndan bahsedebiliriz. Bu devrimci hareketlenmeler Mısır, Libya, Sudan, Tunus, Yemen, Irak ve diğerlerinde on yıllardır iş başında olan hükümetleri devirdi.

Diğer iki büyük ifade ise Filistin intifadalarıydı: birinci intifada (1987’den 1993’e kadar) ve ikinci intifada (2000’den 2005’e kadar).

Ancak bu süreçler yenilgiye uğratıldı. Arap Baharı, neredeyse dört yıl süren kahramanca kitle seferberliklerinin ardından Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de hükümetleri devirmeyi başardı, ancak Tunus hariç (şu anda geri çekilmekte olan) bu ülkelerdeki diktatörlüklere son veremedi.

İlk intifada FKÖ tarafından 1993 Oslo Anlaşmalarına kanalize edildi. Bu anlaşmalar sayesinde Filistin’in ana liderliği (El Fetih), Filistin Ulusal Yönetimi aracılığıyla işgal altındaki topraklarda İsrail yönetiminin sorumlusu haline geldi. İkinci intifada da 2006 yılında Batı Şeria ve Gazze’de seçimlere izin veren Abbas-Sharon anlaşmalarına kanalize edildi.

Ülkeler arasında birçok eşitsizlik var, ancak genel olarak bölgedeki proletarya sosyal olarak kırılgan, sadece İran ve Mısır’da daha fazla tarihsel ağırlığa sahip. Suriye’de devrimden önce 22 milyonluk nüfus içinde 600.000 sanayi işçisi vardı. Filistin’de proletarya küçük ve oldukça kontrollüdür ve sendikaların çoğu El Fetih tarafından yönetilmektedir.

Hem Arap Baharı hem de İntifada gibi devrimci süreçlerin toplumsal öznesinin proletarya değil halk kitleleri ve özellikle de yoksul gençlik olması tesadüf değildir.

Dahası, Yahudi proletaryası İsrail devletini ve Siyonizmi desteklemektedir. Bu proletaryanın kökeni, Filistin’in sömürgeleştirilmesi sürecinde, milyonlarca Avrupalı Yahudi’nin toprakları işgal etmek ve Filistinlileri kovmak için gelmesiyle oluşmuştur.

Suriyeli aktivist ve Lozan Üniversitesi profesörü Joseph Daher’in sözleriyle:

“Bu sadece ideolojik bağlılığın değil, aynı zamanda İsrailli işçilere Filistinlilerden çalınan evleri ve şişirilmiş bir yaşam standardı sağlayan İsrail devletine duyulan maddi ilginin de bir sonucudur. Egemen sınıf ve İsrail devleti böylece İsrail işçi sınıfını ortak bir yerleşimci kolonyalizmi projesine işbirlikçi olarak entegre etmektedir.”

“Sendikaları Histadrut gibi işçi sınıfı kurumları, Filistin’in etnik temizliğinde merkezi bir rol oynamıştır. Siyonist sendika liderleri 1920’de Histadrut’u sadece Yahudilerden oluşan bir sendika olarak kurmuş ve Filistinli işçilerin sınır dışı edilmesine öncülük etmek için kullanmışlardır.”

Öznel olarak, sorun başka faktörlerle de birleşmektedir. Bölgede devrimci Marksist örgütler bulunmamaktadır. SSCB’nin desteğiyle Stalinizmin İsrail’in doğuşundaki rolü ve ardından Stalinist partilerin burjuva milliyetçiliğine teslim olması bunun önemli bir açıklamasıdır.

Nasırcılık Mısır’da Sedat ve Mübarek’e dönüştü. Baas Partisi Suriye’de Esad oldu. Bu durum, Mısır, Suriye, Libya, Irak ve diğer ülkelerdeki Arap Baharı kitlelerinin öfkesinin hedefi haline gelen emperyalizm yanlısı diktatörlüklerin krizine yol açtı.

Kendilerini İslami olarak sunan akımların ağırlığı, devrimci önderlik krizinin bu gerçekliğinin bir parçasıdır. Farklı dini hareketler ve partiler çok farklı süreçlerden geçerek farklı ülkelerin hükümetlerine ulaşmışlardır.

Şii Ayetullahların 1979 İran Devrimi’nden faydalanarak ülkede teokratik bir diktatörlük kurduğu ve kitlelerin mücadelesiyle giderek daha fazla çatışmaya girdiği İran’da durum budur.

Mısır’da Müslüman Kardeşler, Mübarek’in 2012’de devrilmesinin ardından yapılan seçimlerle iktidara geldi. Neoliberal ve baskıcı planlarıyla hükümete karşı yeni bir isyan yarattı ve bu isyan 2013’te bugün hala iktidarda olan General el-Sissi’nin askeri darbesiyle sonuçlandı.

Türkiye’de Erdoğan gerici bir reform gerçekleştirerek rejimi burjuva demokrasisinden Bonapartizme taşıdı ve bunu her zaman İslami söylemle destekledi.

Bugün Filistin’in iki ana liderliği çok farklı yönelimlere sahiptir. Mahmud Abbas liderliğindeki Filistin Yönetimi aslında Oslo Anlaşmalarının bir ürünüdür ve tamamen İsrail’e tabi olan ve Filistinli kitleler tarafından reddedilen sahte bir devletin yöneticisidir.

Bugün Filistin’in ana kitle liderliği olan Hamas, İsrail’e karşıdır ve bu çatışmanın merkezinde yer almaktadır. Hamas 2006 yılında Filistin topraklarında yapılan ve sonuçları İsrail tarafından kabul edilmeyen seçimleri kazanmıştır. Hamas, şimdiye kadar Gazze Şeridi’ni yönetti ve İsrail soykırımına askeri olarak karşı koydu. Ancak göreceğimiz gibi Hamas’ın programı da devrimci sürece işaret etmemektedir.


Dünya Düzenindeki Kriz ve Bölgedeki Yansımaları

ABD ve Avrupa emperyalizminin İsrail soykırımını desteklemedeki sorumluluğu ve yükü bilinen bir gerçektir.

Şu anda bu durum, emperyalist destek olmadan askeri ve siyasi koşullara sahip olamayacak olan İsrail saldırısı için belirleyici bir anlam taşımaktadır.

Ana akım burjuva medyası, ABD emperyalizmini yankılayarak, İsrail’in “savunma hakkı”ndan giderek daha sorgulanabilir bir alaycılıkla söz ediyor.

Savaştan önce, ABD emperyalizminin Suudi Arabistan’ı İsrail’e yakınlaştırma manevrası devam ediyordu, bu da bölgedeki ABD emperyalist egemenliğini daha da sağlamlaştıracaktı.

Ancak bölgede ağırlığı olan diğer emperyalist bloğun rolünü de netleştirmek gerekiyor.

Ukrayna’daki savaş Rus emperyalizmini önemli bir krizin içine sokmuştur.Bu esnada, açık karşıdevrimci rolünün yükünü taşımak zorunda kalacak olan ABD ve Avrupa emperyalizmidir.

Rusya ve Çin özel ve benzersiz tarihsel süreçleri temsil etmektedir. Stalinist partiler tarafından yönetilen bürokratikleşmiş işçi devletleriydiler. Kapitalist restorasyon geçirdiler ve farklı şekillerde yeni emperyalist ülkeler haline geldiler. Dünya işbölümündeki konumları çok farklıdır ama emperyalisttirler. Çin dünyanın ikinci ekonomik gücü, Rusya ise ikinci askeri gücüdür. Hem Çin’in hem de Rusya’nın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da emperyalist ekonomik ve siyasi çıkarları vardır.

Daha önce, hala işçi devletleri iken, bu devletler komünist partiler aracılığıyla kitle hareketinde temel bir ağırlığa sahipti. Bugün emperyalist ülkeler olarak hala ağırlıkları var ama eskisinden daha az. Dünyadaki komünist partilerin çoğunluğunu (PCdoB, CP ve Brezilya PCRR dahil) bir araya getiren EIPCO (Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı), Çin KP’sinin ve Rusya Federasyonu KP’sinin (Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini destekleyen) varlığına güvenmektedir.

Rus emperyalizminin İsrail de dahil olmak üzere bölgede ekonomik ve siyasi çıkarları vardır. Mevcut durumdan önce Netanyahu, Trump ile görüşmesinden kısa bir süre sonra Putin’i ziyaret etti. Çin, İran ve Suudi Arabistan’dan en büyük petrol ithalatçısıdır ve İsrail ile de iş yapmaktadır. Savaştan önce Çin, ABD’nin aksine Suudi Arabistan ve İran arasında bir yakınlaşma için bastırdı.

Hem Rusya hem de Çin bölgede savaşla değil istikrarla ilgileniyor ve ikisi de İsrail’in yok olmasını istemiyor.

Şimdi, savaş devam ederken, Çin ve Rusya, Oslo Anlaşmalarının başarısız stratejisi olan “iki devletli” çözümü bir kez daha savunmak için İsrail ile aralarına mesafe koydular. Bu şekilde, ABD emperyalizminin bölgedeki yıpranmasından faydalanıyorlar. Ve savaştan sonra “bölge için bir barış planında” yer almayı teklif ediyorlar.

Rusya, Suriye, İran ve Hizbullah (Lübnan’da), İslami Cihat ve Yemen’deki Husi isyancılarla birlikte “direniş ekseni” olarak adlandırılan bir bloğun doğrudan desteğine güveniyor. Bu blok, soykırıma karşı tehdit ve beyanlarına rağmen, İsrail’e karşı mücadeleye henüz katılmadı (görünüşe göre Husiler hariç) ve Gazze’yi İsrail soykırımına karşı yalnız bıraktı. Hizbullah ve İran’ı destekleyen tüm küresel reformist sol, onların da savaşa katılmasını talep etmelidir.


Büyüyen bir siyasi kriz

Filistin’deki savaş, ekonomiye, ülkelerin siyasi istikrarsızlığına ve çevreye yansımalarıyla dünya düzeninin krizini daha da derinleştirmiştir. Kısacası, dünya ekonomisinin toparlanma olanakları sınırlıdır ve ülkelerdeki burjuvalar arası çatışmalar daha da keskinleşmektedir. Öte yandan, fosil yakıtların üretimine yeniden ağırlık verilmeye başlanmış olup, bu durum çevresel krizi daha da ağırlaştırmaktadır.

Tüm bunlara Filistinlilere destek için yapılan önemli eylemler de ekleniyor. Burada söylediklerimiz yeni bir ağırlık kazanıyor: Filistin davası dünyadaki en önemli ulusal kurtuluş mücadelesidir. Emperyalist ülkelerin göçmen kitleleri ve gençleri tarafından benimsenmiştir. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde devasa eylemlerin olması tesadüf değildir. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki Arap ve Müslüman kitleler bu davayı kendi davaları olarak benimsemişlerdir. Türkiye’de, Ürdün’de, Mısır’da ve bölgenin birçok ülkesinde kitlesel gösteriler yaşanmaktadır.

Ayrıca dünyanın birçok ülkesinde kitlesel desteğe sahip geniş öncü seferberlikler bulunmaktadır.

İşçiler ve Filistin mücadelesi arasında aktif dayanışma eylemleri yapılmaya başlandı. Belçikalı üç taşımacılık işçileri sendikası, üyelerine İsrail’e silah sevkiyatına izin vermemeleri çağrısında bulundu. Oakland’da (ABD) öncü bir eylem İsrail’e silah taşıyan bir geminin kalkışını geciktirdi.

Bu tek yönlü bir süreç değildir. Aşırı sağın artan ağırlığı ile siyasi kutuplaşma yaşanmaktadır. Emperyalist hükümetler Filistinlileri destekleyen hareketlere ve örgütlere karşı Bonapartist tedbirler uyguluyor.

Ancak dünya siyasi sürecinde genel bir siyasi anlayış var. Büyük burjuva medyasının tüm desteğine rağmen, Siyonizm dünya kitlelerinin bilincindeki meşruiyeti için verdiği savaşı kaybediyor.

Bu yazının yazıldığı sırada İsrail Gazze Şeridi’ni işgal etmiş, Gazze Şehri’ni kuşatmış ve işgal etmeye hazırlanmaktadır. Vietkong’un ABD askerlerine karşı ormanı kullanması gibi, tünelleriyle desteklenen gerilla taktiklerini kullanacak olan Filistinlilerin kahramanca direnişiyle yüzleşecektir.

İsrail Gazze’deki kara savaşında ilerlerken, dünyada siyasi olarak gerilemektedir.

Bu durum, Amerikalılar arasında ateşkese %66 oranında destek verildiğini gösteren son anketleri açıklamaktadır. İsrail işgaline karşı çıkan Amerikalı Yahudiler güçlü gösterilerle Kongre Binası ve tren istasyonlarını işgal etti.

Türkiye’deki eylemler, süreci durdurmak için İsrail’e karşı konuşmak ve bizzat gösteri çağrısı yapmak zorunda kalan Erdoğan üzerinde baskı yarattı. Latin Amerika’da Bolivya İsrail ile diplomatik ilişkilerini keserken, Kolombiya ve Şili büyükelçilerini geri çağırdı.

Gazze’deki çatışmanın gelişimi, dünyada halihazırda var olan siyasi kutuplaşmayı şiddetlendirme eğilimine girmiştir.

Dünyada yeni başlayan ve birçok yöne gidebilecek yeni ve patlayıcı bir durum söz konusudur.

Bu gerçeklik karşısında, bu metnin başında söylediklerimize geri dönmek istiyoruz. İsrail’i yenmenin tek yolu bu ulusal kurtuluş savaşını uluslararası devrimci bir sürece dönüştürmektir.


Sürekli Devrim Süreci

Reformist programlar çeşitli versiyonlarıyla bölgede denendi ve başarısız oldu. “İki devlet” öneren Oslo Anlaşmaları, Filistin Yönetimi’nin Batı Şeria’nın bir bölümünü İsrail’in görevlisi olarak kontrol etmesiyle sonuçlandı. Bu “yarı devletin” silahlı kuvvetleri, ekonomik ya da siyasi özerkliği yok. Toprakları, işgalci ve Filistinlileri kovmaya devam eden ağır silahlı Yahudi yerleşimciler tarafından sistematik olarak kesilmekte ve küçültülmektedir.

İki devletin bir arada yaşaması mümkün değildir çünkü İsrail Nazi faşist karakterli bir devlettir ve amacı Filistinlileri silah zoruyla kovmaktır. Bu, 1940’larda biri Nazi diğeri silahsız Yahudi olmak üzere “iki devlet” önermek gibi bir şey olurdu.

FKÖ’nün orijinal “laik, özgür ve ırkçı olmayan bir Filistin” önerisi Filistinlilerin tarihi bayrağıdır. Ancak bu öneriyi hayata geçirmenin tek yolu İsrail devletini yok etmek, onun kurulmasından önceki, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların aynı bölgede demokratik bir şekilde birlikte yaşadığı duruma geri dönmektir.

Ne var ki taraflar arasındaki askeri eşitsizlik nedeniyle bu çok zor bir savaş. İsrail dünyanın dördüncü büyük askeri gücüdür. Ve ABD emperyalizminin yanı sıra Avrupa emperyalizmlerinin de doğrudan desteğine sahiptir. Sadece askeri açıdan düşünürsek, şimdiye kadar olduğu gibi yenilgi neredeyse kesindir.

Ancak tarih bize kitle seferberliği ve silahlı mücadele birleştiğinde hegemonik emperyalist gücü bile yenmenin mümkün olduğunu öğretmektedir.

Haiti Devrimi’nde isyancı köleler İspanyol emperyalizmini yenilgiye uğratmış ve Napolyon Bonapart yönetimindeki Fransız emperyalizmine ilk askeri yenilgilerden birini tattırmıştı. Rus Devrimi’nde yeni kurulan Kızıl Ordu, 16 emperyalist ülkenin karşıdevrimci askeri işgalini yenilgiye uğrattı.

Daha yakın bir örnek vermek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri 1975 yılında Vietnam’da yenilgiye uğramıştır. Bu, Viet Kong’un kahramanca direnişinin dünya çapında ve özellikle de ABD’deki seferberliklerle birleşmesinin bir ürünüydü.

Daha açık bir ifadeyle, Filistin ulusal kurtuluş savaşı sürekli devrim sürecinin bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Troçki’nin Geçiş Programı’ndaki sözleriyle:

“Geri kalmış ülkelerin proletaryasının politikasını belirleyen şey budur: ulusal bağımsızlık ve burjuva demokrasisinin en temel görevleri için mücadeleyi dünya emperyalizmine karşı sosyalist mücadeleye bağlamak zorundadır.”

“Demokratik talepler, geçiş dönemi talepleri ve sosyalist devrimin görevleri farklı tarihsel çağlarda birbirinden ayrılmaz, doğrudan birbirlerinden doğar”

İsrail’i yenmek mümkündür, ancak bunun için Gazze’deki askeri direnişi sürdürmenin ve derinleştirmenin yanı sıra, yeni bir Filistin intifadası, bölge ülkelerinde Arap Baharının yeniden başlaması ve başta emperyalist ülkeler olmak üzere dünyanın tüm ülkelerinde kitlesel seferberliklerin birleşimine paralel bir durum gerekecektir.

Yeni bir intifada, Batı Şeria ve 1948 topraklarında kitlesel çatışmalara yol açarak dikkatleri sadece Gazze’den uzaklaştıracaktır.

Yeni bir Arap Baharı, hem İsrail’i doğrudan destekleyen hem de “Direniş Ekseni “nden elini eteğini çeken bölgedeki Arap hükümetlerini Filistin mücadelesine aktif destek vermeye zorlayacaktır.

Emperyalist ülkelerdeki seferberlikler, Amerikan burjuvazisini bölen ve Vietnam mücadelesinin zaferine büyük katkı sağlayan Vietnam Savaşı karşıtı gösteriler gibi önemli bir rol oynayabilir.

Ancak bunu başarmak için, bu sürecin burjuva yönlendirmelerinin üstesinden gelmek gerekecektir.


Bazı sonuçlar

Sürekli devrim stratejisine ilişkin bu anlayış dört temel unsuru içermektedir.

Birincisi, İsrail soykırımına karşı çıkan ve Filistin mücadelesini destekleyen herkesle gerekli eylem birliğidir. Buna Hamas ve bu mücadelede yer alan tüm kesimler dahildir.

İkincisi, bu demokratik mücadelenin devrimci sosyalist sürecin bir parçası olarak anlaşılmasıdır ki bu da zorunlu olarak önceki tüm süreçleri yenilgiye götüren ve şu anda da bunu tekrarlayabilecek olan Arap burjuvazileriyle bir çatışmaya yol açar. Bu liderlikler bölgedeki işçileri ve gençleri harekete geçirmeye ve silahlandırmaya istekli değiller çünkü bunun kendilerine karşı döneceğinden korkuyorlar.

Üçüncüsü, sürekli devrimin zorunlu olarak uluslararası olması, bu sürecin temel gerekliliklerinden biridir. Bu mücadele sadece Filistin topraklarında kazanılamaz, Arap ve emperyalist ülkelerdeki devrimci mücadele ile birleştirilmelidir.

Dördüncü olarak, tüm bu süreç için yeni bir liderliğin inşa edilmesi gerekmektedir. Şu anda en saygın Filistin liderliği olan Hamas ile en geniş eylem birliğini savunuyoruz. Ancak Hamas’ın stratejisi, İran, Suriye ve Lübnan hükümetlerine karşı da dahil olmak üzere kitlelerin bağımsız seferberliğini değil, “Direniş Ekseni” gibi devrimin yayılmasına karşı çıkan hükümetlerin bölgesel burjuvazileriyle ittifaklarını içermektedir.

Hamas’ın en önemli karargahlarından biri, Erdoğan’ın koruması altında faaliyet gösterdikleri Türkiye’dedir. Hamas, Türkiye’nin Suriye’nin Afrin bölgesinde 200.000 Kürdün sürülmesine yol açan işgalini destekledi.

Hamas’ın stratejisi, kadınlara ve LGBTQ bireylere karşı baskıcı ağırlığı ve bölücü dini duruşuyla teokratik bir devlet stratejisi olmaya devam etmektedir. Bu, “laik, demokratik ve ırkçı olmayan” bir Filistin’i savunan bizim programımızdan farklı bir programdır.

Son olarak, Hamas’ın devrimci sosyalist bir programı yok, burjuva kalkınma programı var. Bu, hükümete ulaştıklarında İran, Mısır, Suriye vb. ülkelerde olduğu gibi yeni bir burjuvazinin gelişmesine yol açan bu tür hareketlerin dinamiklerini yeniden üretmektedir. Emperyalizmden bir kopuşa da yol açmaz. ABD emperyalizminden kaçmak ve Rus emperyalizmini desteklemek mümkün değildir.

Bunların hiçbiri Hamas ve Filistinli kitlelerle birlikte İsrail devletine ve emperyalizmlere karşı mücadele etmemizi engellemez. Ancak Leninist geleneği sürdürerek, sadece Hamas’tan değil, dünyada bu akımları destekleyen tüm Stalinist, reformist ve burjuva akımlardan ayrı olarak, siyasi bağımsızlığımızı ve sosyalist ve devrimci programımızı koruyarak birlikte mücadele ediyor ama ayrı yürüyoruz.

Yazar Hakkında