DARBE Mİ?

DARBE Mİ?

Her türlü siyasi eleştiri, protesto eylemi ve tarihsel hatırlatma iktidarın gözünde  darbe, darbecilik ve terörizmle eş değer bir hal aldı. “Terör” ve “teröristler” konusu  yeni sayılmaz, AKP öncesi iktidarlar döneminde de, özellikle 90’lı yıllardan itibaren, muhalif siyasetle ilgili hemen her şey, belirli düzen sınırlarını aşması halinde, silah ve şiddet şartı bile aranmaksızın “terör” ve “terörizm” kapsamına alınmıştı. Emniyet Siyasi Şube’nin (ünlü 1. Şube) adı bile “Terörle Mücadele Şubesi’ne çevrilmişti. Yani sizi “Şubelik” edecek herhangi bir yazı, siyasi faaliyet, eylem veya örgütlenme daha en başından “terörizm” olarak damgalanıyordu. Bu konuda değişen bir şey yok.

Darbeciler her yerde!

Nispeten yeni olan, “darbe” ve “darbecilik” konusu. Ülkedeki her türlü muhalif siyasi faaliyet, eleştiri ve protesto eylemi, kim yapmış olursa olsun geleneksel “terörizm” suçlamasının da ötesinde darbe çağrısı veya darbe tezgâhı olarak suçlanıyor. Suçlananlar anında mahkemelik oluyor. Sorun artık başta CHP olmak üzere bütün muhaliflerin bir biçimde dahil edildiği “Fetöcülükle” de sınırlı değil. Saray, yurtiçinden veya yurtdışından gelen her türlü eleştiri ve karşıt tavrı, 2013 Gezi eylemlerinden başlayarak, kendisine yönelik sonsuz bir darbe sürecinin çeşitli merhaleleri olarak görüyor. Üstelik 15 Temmuz vakası bu inancı iyice pekiştirmiş durumda. Bu, aynı zamanda muhalefeti terörize etmenin, sindirmenin, sürekli savunma durumunda tutmanın da etkili bir yolu. İktidarı eleştiren veya herhangi bir protesto eylemine katılan herkes öncelikle terörist ve darbeci olmadığını kanıtlamak veya bunun için için dil dökmek zorunda! Tabii, suçlama bu kadarla da kalmıyor; bunun da ötesinde, “malûm şahıslar” kendilerini “vatan haini, casus, millet dışı, gayrı milli, beşinci kol…vb suçlamalardan da temize çıkarmak zorundalar!

Ancak sorun sadece günümüzün gelişmeleri ve siyasi konularıyla da sınırlı değil. Bu ülkenin geçmişi ve yakın tarihiyle ilgili olarak, bırakın eleştiriyi, herhangi bir değinme bile sizi anında darbeci yapabiliyor. Örneğin 1950-1960 arasındaki Demokrat Parti dönemiyle ilgili bir eleştiri, hatırlatma, örnek veya değinme Saray rejiminin bütün tüylerinin dikilmesine ve anında bütün trol ordusuyla saldırıya geçmesine yol açıyor. Nitekim kısa bir süre önce eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, döneme ilişkin sözleri,  mahkemelik olmasına neden oldu. Üstelik Başbuğ fazla bir şey de dememişti; dediği, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin bir erken seçimle önlenebileceğiydi. Ancak bu kadarı yetti, kendisi şimdi “bağımsız Türk yargısı” önünde yaptığı darbe imasının hesabını vermeye hazırlanıyor!

Saray’ın resmi tarihi ve sağın travmatik anıları

Bu durum, yeni rejim döneminde, pek çok şeyin yanı sıra ülkenin tarihsel geçmişinin de konuşulamaz hale geldiğini, getirildiğini gösteriyor. Elbette her rejim kendi varlığının meşru, gerekli ve zorunlu olduğunu kanıtlayacak tek yönlü,  kısmen kurgusal bir geçmiş yaratmak ister. Buna “resmi tarih”  de denir.  Saray rejiminin yapmaya çalıştığı da öncelikle budur. RTE’nin her ağzını açtığında “Cehaape”nin tek parti iktidarını suçlaması ve dönemle ilgili doğru- yanlış birtakım hikâyeler anlatması ve de kendi “demokratlığının” temellerini (bütün sağcı iktidarlar gibi) DP geleneğine dayandırması tesadüf değil. DP iktidarı, milliyetçi-mukaddesatçılar (faşistler ve İslamcılar) da dahil, ülkedeki her türlü tutucu-gerici akım için bir tarihsel dönüm noktası, cumhuriyet dönemindeki soyağaçlarının kökü ve sonu itibariyle de “travmatik” bir anıdır. Daha önceki bütün sağ iktidarların ve politikacıların (Demirel, Özal ve diğerleri) 27 Mayıs sonrası demokrasi görünümlü yarı- Bonapartist bir kontrol rejimi altında yaşadıkları gerilimleri hatırlarız. Üstelik Türkiye, 1960’tan sonra, sağ iktidarlar döneminde 71 ve 80 yıllarında  iki askeri darbe yaşamıştır.  Asıl ceremesini solcular çekmiş olsalar da her iki darbede de askerler Demirel hükümetlerini devirmişlerdir. Yani bu memlekette sağ siyasetin darbeler konusundaki hassasiyetini anlamak mümkündür.

İktidarı da anlıyoruz!

Aynı anlayışı AKP iktidarı (asıl olarak Saray rejimi) için de gösterebiliriz! Üstelik bu iktidar önce 2007’de bir askeri müdahale tehdidiyle karşı karşıya kalmış, daha sonra da 2016’da “ne istedilerse verdiği” dostlarının “hain” bir askeri darbe girişimiyle yüz yüze gelmişti. İktidarın bütün bunlardan psikolojik olarak etkilenmesi, olur olmaz her sözden, abartarak da olsa,  bir darbe iması çıkarması ve yerli yabancı herkesten şüphelenmesi, bu yönde birtakım tepkiler vermesi, fevri davranışlar göstermesi normal karşılanabilir. Bu tür ağır travmalar insanlar gibi, siyasi akımları da etkiler.  Ancak sorunun bu “ruhbilimsel” boyutunun ötesinde bir de politik boyutu vardır. İktidar, “millet iradesine dayalı” ilkeli bir duruş görüntüsü altında uzak ve yakın geçmişteki bu darbeleri, tehditleri ve 15 Temmuz girişimini siyasi birer fırsata çevirmiştir. Bugünkü “yeni-Bonapartist” baskı rejiminin şekillenmesinde 15 Temmuz’un hemen ardından 20 Temmuz’da başlatılan karşı darbe sürecinin büyük payı vardır. Saray rejiminin, kendisine yönelik eleştiriler karşısındaki abartılı “alınganlığı”, her sözden olmadık manalar çıkarması ve kendi işine gelenler dışında Türkiye’nin geçmişine ilişkin konular hakkında konuşulmasını adeta yasaklaması bu bağlamda ele alınmalıdır.

Kendi kurdu içinde!

Bu politik boyutun bir başka yönü ise doğrudan doğruya iktidarın kendi eylem ve politikaları ile geçmiş arasında kurduğu bağlantılardır. İktidar, sürekli “yansıtmalar” yoluyla muhalefeti suçlasa da kendi politikaları ile DP politikaları ve bu politikanın muhtemel sonuçları arasında benzerlikler kurmakta, aynı benzerlikleri başkalarının da kurup bundan sonuçlar çıkarıyor olabileceği kuşkusuyla saldırgan bir tavır sergilemektedir. Sözünü ettiğimiz “yansıtmacılığın” nedeni budur.  DP döneminin, Türkiye sağının anlattığı gibi bir “demokrasi” dönemi olmadığı, demokratik beklentiler açısından çok kısa sürede bir hayal kırıklığına dönüştüğü bilinir. DP iktidarının politikaları, kendi demokrasi standartları açısından bir sorun teşkil etmese de Türkiye sağının ve bugünkü rejimin önde gelen siyasetçilerinin 60 darbesine giden süreçte yaşananlar konusunda birtakım somut bilgileri vardır. Bize kalırsa sorun, önemli ölçüde, iktidarın darbe ve darbecilik konusundaki suçlamalarından iyice  “tırsmış” muhalefetin ima ve tehditlerinden falan değil, iktidardakilerin dün ile bugün arasında kurdukları benzerliklerden ve bu benzerliklerin yol açtığı çağrışımlardan kaynaklanmaktadır. Endişelerinin asıl kaynağı budur.

Tehlikenin asıl kaynağı

Bazı durumlarda bir tehlikeyi bertaraf etmek için yapılanlar tehlikeyi büyütmekten başka bir sonuç vermez. Bazen bir darbeyi engelleme gerekçesiyle yapılan işler, bir takım ellerde bir darbe gerekçesine dönüşür. Ağır bir baskı politikasıyla karşıtlarında derin bir çaresizlik ve umutsuzluk duygusu yaratmak beklenenin tam tersi sonuçlar doğurur. Bu tür kısır döngülerin hayırla neticelendiği pek görülmemiştir. Bu durumlar “normal”  koşullarda yaşanmaz. Sorun, yönetenlerin, olağan-normal demokratik yöntemlerle yönetemez hale gelmeleriyle ortaya çıkar ve elbette tek başına politik değildir. Politik boyut ekonomik, toplumsal dinamiklerle çok yakından ilgilidir. Kriz dinamiklerinin kesişmesi tehlikeli ortamlara yol açar. Çoğu zaman iktidarlar, girdikleri çıkmazlar ve darkafalılıkları, bazen de “çaresizlikleri” nedeniyle ellerindeki bütün araçlara ve imkânlara  rağmen çok açık bazı gerçekleri göremez hale gelirler.  27 Mayıs’a, 12 Mart ve 12 Eylül’e giden süreçlerde  bu siyasi kavrayışsızlığın pek çok tipik örneği yaşanmıştır.

Dünya’da pek çok darbe,  halkçı hükümetlerin emekçi sınıfların ekonomik ve demokratik hak ve özgürlüklerini genişletmek ve emperyalizmle ilişkileri gevşetmek istemeleri nedeniyle yaşanmıştır. Ülkelerin silahlı kuvvetleri ve polis güçleri, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda emekçilerin taleplerini bastırmak ve iktidarı mutlak biçimde sermayeye teslim etmek amacıyla darbe yapmışlardır. Bu darbeler emperyalist sistemin büyük güçlerince de desteklenmiş, hatta bazı durumlarda teşvik ve organize edilmiştir. Neyse ki, bu tür bir halkçılıkla ve emperyalizm karşıtlığıyla ilgisi olmaması nedeniyle Saray rejimi için böyle bir tehlike yoktur! O ancak yerli ve yabancı sermayeye hizmetleri karşılığında fazla bir şeyler istediği ve bazı sermaye gruplarına ayrıcalık sağladığı gerekçesiyle eleştirilebilir. Üstelik geleneksel darbeci güçler halihazırda rejimin denetimi altındadır. Bu elbette sonsuz bir garanti sağlamaz: İşlerin çığırından çıktığı ve siyasi iktidarın yönetemez duruma geldiği bir noktada işin rengi değişir ve söz konusu devletin “bekası” olunca kimse kimseyi tanımaz. Bu evrensel bir kuraldır.

Asıl sorun “saray darbeleri”

Bugünkü koşullarda, en azından kısa vadede, “geleneksel” türden bir darbe ihtimali yoktur. Ancak çok daha büyük bir tehlike söz konusudur. Türkiye’de başkanlık rejiminin sağladığı tarihsel fırsatları kaçırmak istemeyen ve iktidarın yanında yöresinde konumlanmış bir takım faşist güçler, milliyetçi-mukaddesatçı gericiliğin ebedi iktidarını sağlama hedefiyle, bir iç savaş ihtimalini de göze alarak, uygun koşullarda “saray darbeleri” yoluna gidebilirler. Bazı faşist güçlerin var olan rejimi o rejimi kuranlardan bile daha canhıraş biçimde savunmalarının neden budur. Bu tür rejimlerin başarısızlıklarını örtmek ve ayakta kalmak için yapmak zorunda olduğu işler, “millet ve memleket” için çok daha beter sonuçlara yol açar. İktidar, muhtemel darbecileri öncelikle dışında değil, içinde aramalıdır.

Bize gelince, Türkiye’de bir askeri darbenin başlangıçta bir çeşit “demokrasi” söylemi kullansa da kısa zamanda kaşıkla verdiğini sapıyla çıkartacağını çok iyi  biliyoruz. Böyle bir darbe, gerçekleşmesi halinde sadece sermayeye hizmet edecek ve bugünkü iktidar gibi, var olan krizi işçi sınıfını baskı altına alarak patronların yararına çözmeyi hedefleyecektir. Çözüm bir gerici gücün bir başka gerici güç tarafından devrilmesi değildir. Özgürlük ancak emekçilerin kitlesel ve örgütlü mücadelesiyle gelecektir.

Hakkı Yükselen

Yazar Hakkında