Alejandro Iturbe Çeviri: Murat Yakın
Yapay Zekâ (YZ) şu anda tüm iletişim araçlarında kullanılıyor ve yoğun tartışmaların merkezinde: sınırları ne, insan zekasının yerini alacak mı, mal ve hizmet üretimi ve genel olarak toplum yaşamı üzerindeki etkisi ne olacak?
Her şeyden önce yapay zekâ, bilgi işlem, bilişim, telematik ve robotik ile bütünleşmiş teknoloji temelli bir dalın gelişiminin bir sonucu. Başka bir deyişle, insan emeğiyle yaratılan, zamandan tasarruf sağlayan, insan çabasını azaltan ve sonuçlarını iyileştiren bir araç. Başka bir deyişle, her yeni yararlı araç gibi, insanlığın yaşamını iyileştirmeye hizmet edebilir.
Asıl sorun, bu aracın emperyalist kapitalizmin ve onun büyük şirketlerinin tekelinde olmasıdır. Jeferson Choma’nın kısa süre önce bu sayfalarda yayınlanan bir makalesinin işaret ettiği gibi: “Bugün Yapay Zekâ konusundaki tüm araştırmalar Microsoft, Google, IBM, Amazon, Apple, Facebook, Çinli Baidu ve Alibaba ve Hindistanlı Infosys gibi birkaç özel şirketin elindedir”.
Kapitalizm, amacı insan ihtiyaçlarını daha fazla ve daha verimli bir şekilde karşılamak değil, kâr elde etme ve biriktirme temelinde işleyen bir sistemdir -bunun temeli yeni servet üretiminden elde edilen artı değerdir)-. Daha sonra, tıpkı son on yıllarda sözünü ettiğimiz teknoloji alanında olduğu gibi, yapay zekâ bu kârın hizmetine sokulmaktadır. Böylece bu birikim, işçilere karşı kullanılan bir “silah” haline dönüşür.
Bu birikim, diğer şeylerin yanı sıra, iş kaybı tehdidi nedeniyle de bir silahtır. Yeni teknolojiler işsizlik yaratmak ve işçi sınıfının ücret, çalışma ve sözleşme koşullarına saldırmak için kullanılmaktadır. Sadece “Amerika Birleşik Devletleri’nde 50 milyondan fazla doğrudan işin artan robotlaşma nedeniyle tehdit altında olduğu tahmin edilmekte. Dünyanın geri kalanında ise önümüzdeki on yıl içinde 400 ila 750 milyon işin tehdit altında olduğu tahmin ediliyor”.
Bu, kapitalizmin derin bir çelişkiye yol açtığı anlamına geliyor: “Günümüzün teknolojik gelişimi göz önünde bulundurulduğunda, işgününün ciddi ölçüde azaltılması, angaryadan neredeyse tamamen kurtulmuş olunması ve tüm işsizlerin üretim sürecine dahil edilmesi beklenirken, gerçeklik bize işçi sınıfının yaşam koşullarının sürekli kötüleşmekte olduğunu gösteriyor.
İşçi sınıfının mevcut gerçekliği
Bu son nokta üzerinde biraz durmaya değer. Bazı öngörüler, insan emeğinin yerini tamamen “makinelerin” alması yönünde ilerlediğimizi iddia ediyorlar. Biz bunun, kapitalist dinamiklerin özünü ve kâr ve birikim arayışı doğrultusunda işleyişini kavramakta yetersiz, izlenimci ve yanlış bir vizyona dayandığı inancındayız.
Mal ve hizmet üretimiyle açığa çıkarılan ve emek gücü tarafından üretilen artı değere dayanan bir kâr hedefiyle, son tahlilde Kapitalizm işçi sayısını azaltabilir ancak “canlı emeği” asla tamamen ortadan kaldıramaz çünkü artı değer elde edeceği hiçbir yer kalmaz.
İşçi sınıfının başına gelenlerin gerçek dinamiğini açıklayan temel etmen tam da bu. Endüstriyel üretimde, ihtiyaç duyulan işçi sayısı azalırken aynı zamanda 12 saatlik çalışma sürelerinin uygulanması neredeyse her yerde bir kural hale geldi ve işçiler yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayacak bir ücret alabilmek için bu saatleri kabul etmek zorunda kaldılar. Bu durum sadece gıda veya tekstil gibi emek yoğun sektörlerde değil, aynı zamanda yüksek teknoloji temelli sektörlerde de yaşanıyor. Tayvanlı TSMC’nin CEO’su Mark Liu’nun, “12 saatlik vardiyaları kabul etmek istemeyenler çip sektörüne girmemeli” sözlerinin üzerinde durmaya değer.
Bugün işçi sınıfı, gerçek değeri (satın alma gücü) on yıllar önce 8 saatlik bir gün için aldığı ücrete eşit olan bir ücret almak için günde 12 saat çalışmak zorundadır. Bu, tam olarak, Marx’ın “mutlak artı değerin çıkarılmasında acımasız bir artış” olarak adlandırdığı şeydir.
Aynı zamanda, özellikle hizmet sektöründe, istihdamın ve iş ilişkilerinin “yevmiyeleştirilmesi “giderek daha da yaygınlaşmaktadır. Bunun nihai ifadesi, işçilerin bu şekilde bile tanınmadığı, “hizmet sağlayıcı” olarak görüldüğü ve gelir elde etmek için çok uzun saatler çalışmaya zorlandığı teslimat ve nakliye uygulamaları sektöründe yaşananlardır.
Son olarak, mal ve hizmet üretim sürecinin dışında bırakılan bir başka sektör de güvencesiz serbest meslekler -sokak satıcılığı ve işportacılık türünden- veya geri dönüşüm için atık toplayarak hayatta kalmaya çalışanlardan oluşmakta. Tanık olduğumuz şey aslında İşçi sınıfının ve yoksullaşan kesimlerin parçalanmasından başka bir şey değil. Bu makalenin amacı bu olmasa da bu parçaları mücadelelerinde ve taleplerinde birleştirmenin politik bir zorunluluk olduğunu vurgulayalım.
Yapay zekâ ve bilgi teorisi
Yakın zamanda bu sitede yayınlanan bir başka makale, YZ’yi Marksizm ve Marx’ın detaylandırmaları açısından iki açıdan incelemekteydi. Bunlardan ilki emek-değer teorisi, artı değer üretimi, sermayenin organik bileşimi ve kâr oranının düşme eğilimi yasası. Yukarıda bahsi geçen makalede ifade edilen kavramları paylaşıyoruz ve bu makalede artı değer konusuna bazı unsurları dahil etmeye çalıştık.
İkinci yön, -Marksizme içkin materyalist diyalektiğin içerdiği- “bilgi teorisi” alanıyla, bu teorinin YZ’nin dayandığı biçimsel mantığa karşıtlığıyla ve buradan hareketle aşılamaz sınırlarının analiziyle ilgili.
Yazar, YZ’nin “aynı ifadenin aynı anda hem doğru hem de yanlış olma olasılığını dışlayan biçimsel mantık, Boolean mantığı veya cebire dayalı bilgi” ile çalıştığını doğru bir şekilde analiz etmektedir. Biçimsel mantık ve dolayısıyla bilgisayarlar çelişkileri dışlar. Eğer çelişkileri algılayabilselerdi, bunlar mantıksal hatalar olurdu.
Bu anlamda YZ, yalnızca insan tarafından kendisine sağlanan veriler ve kriterler tarafından önceden belirlenmiş ve bu önceki veriler ve kriterlerle çelişmeyen sonuçlar sunabilir. Bu nedenle, gerçekten “yeni” bilgi üretemez. En iyi ihtimalle, sadece daha önce formüle edilmemiş olması anlamında “yeni” olan yeni bir veri kombinasyonu üretecektir, ancak bu, kendi başına “yeni bilgi” yarattığı anlamına gelmeyecektir.
Böylece YZ, bir insan beyni için imkânsız olan veri hacmini depolayabilir, son derece karmaşık hesaplamalar yapabilir veya tekrar eden işleri verimli bir şekilde insanlardan daha iyi yürütebilir ve bu alanlarda onların yerini alabilir. Ancak karmaşık durumlarda karar verme söz konusu olduğunda aşılmaz sınırına ulaşacaktır.
Önceki verilere dayanarak, alternatiflerden birinin başarı olasılığı çok yüksekse, onu önerecektir. Ancak durum ve karar daha karmaşık ve çelişkili ise -örneğin, kanserin klinik veya cerrahi yöntemlerle tedavi edilmesi-, bunları belirtmek ve her bir alternatifin başarı olasılığına ilişkin bir tahmin sunmakla yetinecektir. Bu durumlarda YZ asla insanın ve onun kararlarının yerini alamaz.
Bilim alanında, kapitalist kar arayışına tabi olmanın yanı sıra, bilimsel gelişmenin “bilimsel yöntem” olarak adlandırılan şeyde ifade edilen biçimsel mantığın mekanik düşüncesinin “deli gömleğine” hapsolduğuna işaret etmek gerekir.
Fizik teorisi alanında -önceki mekanik fiziğe hapsolmuş- devrim yaratan Albert Einstein’ın 20. yüzyılın başındaki durumuna bakmak çok ilginçtir. Işığın ne olduğu (parçacık mı dalga mı, kütle mi enerji mi) çelişkisiyle karşı karşıya kalan Einstein, bu soruna diyalektik bir yanıt vermiş ve Görelilik Teorisini ve enerji ile kütle arasındaki ilişkiyi geliştirmiştir. Bunun için kendisine deli denildiğinde Einstein şu cevabı vermiştir: “Delilik her zaman aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklemektir”.
Diyalektik mantık
Diyalektik materyalist mantığın Marksist bilgi teorisi olduğunu söylemiştik. Biçimsel mantığın aksine diyalektik, çelişkilerin ve bunların iç içe geçmişliğinin -yeninin ortaya çıkış dinamikleri olarak- anlaşılmasına dayanan açık bir mantıktır. Bu nedenle, yalnızca diyalektik düşünce gerçekten yeni bilgi yaratabilir. Fizik alanında Einstein örneğini daha önce görmüştük.
Bunun nedeni, Guglielmo Carchedi’nin yayımlanan bir makalesinde de belirttiği üzere, diyalektiğin aynı zamanda “bilginin potansiyel ve gerçekleşmiş yönleri arasındaki” çelişkiyi de dikkate alabilmesidir. Bu, mevcut anın değişim potansiyeli -ve onu yapılandıran unsurların ve süreçlerin dinamikleri- hakkında farklı hipotezler geliştirebileceği anlamına gelir.
Bu konuda, İsviçreli biyolog, psikolog ve epistemolog Jean Piaget tarafından yapılan açıklamaları vurgulamak yararlı olabilir. Nahuel Moreno -LIT-CI’nin kurucusu Arjantinli Troçkist önder-, Piaget’nin Marksist mantığa benzer olduğunu düşündüğü -her ne kadar ondan yola çıkmamış olsa da- ve onu zenginleştiren katkıları olan bir mantık -yaratıcısının hipotetik-dedüktif olarak adlandırdığı- geliştirdiğini düşüncesindeydi.
Piaget, insanın sosyal ve doğal çevresiyle etkileşimi içinde gerçekleştirdiği “düşünce gelişiminin sürekli bir inşa” olduğunu düşünür. Bu gelişim boyunca insanlar, gerçekliği anlamak ve kavramak ve üzerinde işlem yapma ihtiyacına yanıt vermek için zihinsel faaliyeti düzenleyen soyutlamalar olan “değişken yapılar” inşa ederler. Yapı, kendisini oluşturan unsurların özelliklerinden farklı olarak bütünlük yasaları sunan kısmi bir sistemdir.
Piaget’ye göre, bu soyutlamaların ya da değişken yapıların sınıflandırılabileceği üç karmaşıklık düzeyi vardır. İlki basit ya da ampirik soyutlamadır: “…x karakterine sahip olarak algılanan nesneleri almak ve onları daha fazla uzatmadan sadece x karakterine sahip bir sınıfta bir araya getirmek…”. Yani, “ayırma ve sınıflandırma” eylemleri.
İkincisi, “bir nesnede x karakterini tanımaktan”, “düşünülen algılardan farklı bir yapının bir unsuru olarak” dahil edilmesidir. Piaget bu seviyeyi “soyutlamalar ve ‘yapıcı’ genellemeler” olarak adlandırır.
Üçüncü düzey Piaget’nin “yansıtıcı soyutlama” olarak adlandırdığı düzeydir. Bu da yapıcıdır ancak daha yüksek bir düzeydedir çünkü yalnızca diğer iki soyutlamaya (birinci ve ikinci derece) dayanmakla kalmaz, aynı zamanda belli bir şekilde bilgi nesnesinden ayrılır ve öznenin kendi eylemlerine ve zihinsel yapılarına dayanır. Piaget’ye göre bu “yeni bir düzlemde yeniden yapılandırmadır”.
Piaget, değişken bir yapının olası dinamikleri hakkında çeşitli alternatif hipotezleri detaylandırma becerisi nedeniyle kendi sistemini hipotetik-tümdengelimsel- mantık olarak adlandırmıştır. Bir bakıma, zihinsel olarak çeşitli olası gelecekler inşa etmek ve bu metodolojik aracın bize sağladığı perspektiflerle gerçeklik üzerinde çalışmak. Nahuel Moreno’nun işaret ettiği gibi, “gerçek olanın mümkün olanın bir anı haline geldiği” bir “mümkün olanın mantığı” ortaya çıkar.
Biçimsel mantık ve dolayısıyla YZ, “basit veya ampirik soyutlamaları” çok verimli bir şekilde detaylandırabilir. Ayrıca, kendisine sağlanan veri ve öncüllerle çelişmedikleri sürece “yapıcı soyutlamalar” da geliştirebilir.
YZ’nın asla yapamayacağı şey “yansıtıcı soyutlama” seviyesine yükselmektir çünkü yalnızca diyalektik mantık ve dolayısıyla insan düşüncesi bunu yapabilir -ve zaten yapmıştır-.
Biçimsel mantık ve yapay zekâ için: “mümkün”, gelecekte gerçekleştirilebilecek ve daha sonra gerçek olabilecek gerçekten yeni bir şey olarak değil, yalnızca gerçek olanın (ona sağlanan veri ve öncüller) bir uzantısı olarak ortaya çıkar. Bu durum, “mevcut” olanın yalnızca kümülatif kombinasyonundan ortaya çıkmayan bir şey olarak anlaşılan “yeni” bilgi yaratma kapasitesini geçersiz kılmaktadır. Bu nedenle insan zekâsı gerçekten yeni bilginin yaratılması için vazgeçilmez olmaya devam etmektedir.