A. DENİZ
Biz “ölümlülerin” sırrına tam anlamıyla vakıf olamadığı, ülkenin, bölgenin ve hatta dünyanın gidişatından hareketle ancak birtakım anlamlar çıkarabildiği “barış süreci” türlü iniş çıkışlarla sürüyor.
Bazı önemli detayları ve arka planı konusunda bilgi eksiklerimize karşın, tekrara düşmek pahasına şunları söyleyebiliriz:
Yapılanların devlet ve rejim açısından “polemiğe yer olmayacak” denli büyük önem taşıdığı çok açıktır. Yani olup bitenleri basitçe bir taktik manevraya indirgeyemeyiz. Ortada stratejik bir hamle var. Muhtemel başarı veya başarısızlığı bir yana, bu hamlenin öncülüğünü ve sözcülüğünü Devlet Bahçeli gibi, nitelikleri ve konumu herkesin malumu olan birisinin yapması bile bunun göstergesi.
İşaretler, işin stratejik açıdan bütünlük taşıdığını gösteriyor. Yani, girişimin bu niteliğini atlayıp asıl nedeni tek başına iç veya dış politikanın labirentlerinde aramak bizi kaçınılmaz olarak eksik, hatta hatalı sonuçlara götürecektir.
Dış Politika İç Politikanın Devamıdır
Öncelikle herkesçe bilindiğini farz ettiğimiz başlıktaki gerçeği bir kez daha hatırlatalım: Belirli toplumsal-sınıfsal ilişkilerin politik bir ifadesi olarak devlet katında işler bu temelde yürür. Dış politika, her ne kadar “milli menfaatler” kisvesine sokulursa sokulsun, aynı iç politika gibi sınıfsal karakterdedir. Memleket dahilindeki sınıf çıkarlarının dışarıdaki yansımasıdır.
Bazı çok istisnai durumlar dışında politikanın bu iki alanı zorunlu bir bütünlük taşır. Bunların dönemsel olarak etkileri, ağırlıkları değişebilir, işler farklı alanlarda farklı araç, güç, taktik ve söylemlerle yürüyebilir ancak temel gerçek değişmez. Bu konudaki en büyük tarihsel örneklerden biri, Sovyetler Birliği’nde Stalinizmin iktidarı ele geçirmesinin ardından, “tek ülkede sosyalizm” teorisine, yani karşı devrimci bürokrasinin maddi çıkarlarına uygun biçimde yapılan köklü dış politika değişikliği ve Komintern’in feshedilmesidir.
Günümüz Türkiye’sine gelirsek; bu gerçeğin önemli bir yanı, yürürlükteki Neo-Bonapartist rejimin, ülke içindeki çeşitli toplumsal ve siyasi unsurları kendi ardında hizalamayı hedefleyen bir “iç cephe” yönelişidir. Sınır ötesini kapsayan, Türkiye’nin hegemonyasındaki bir “Türk-Kürt-Arap ittifakı” hedefi, en azından rejimin zihninde, ilkiyle bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu, gidişata ve Saray rejimi ekseninde yaşanan gelişmelere bakıldığında “Gerçek olamaz, ideolojiktir!” diyerek geçiştirilecek bir durum değildir.
Bu stratejinin içerideki ve dışarıdaki ortak unsurunun sınırın her iki yanındaki Kürtler olduğu düşünüldüğünde “sürecin” gerçek yüzü daha da anlaşılır bir hal alır. Yani, bugüne kadar “bölücü” suçlamasıyla inim inim inletilen Kürtlerin, rejim tarafından bu defa “birleştirici” bir unsur olarak kullanılmak istendiği bile söylenebilir. Elbette olabildiğince sınırlı tavizlerlerle ve kendi mutlak hegemonyası altında.
Üstelik Kürt Ulusal Hareketinin tarihsel taleplerinden “bir çeşit demokrasi” hayaliyle vazgeçen “İmralı’nın”, bu yöndeki teşvik ve tahlilleri de bu beklentiyi güçlendirecek niteliktedir. Değil mi ya, Türkiye neden Kürtlerle büyümesin?
İçerideki Kayıpları Dışarıyla Telafi Etmek
Rejimin içeride uzun süredir yaşadığı toplumsal güç kaybını, daha da ötesi meşruiyet sorununu, milliyetçiliğin “tavan yaptığı” bir devirde dışa dönük politik ve askeri hamlelerle telafi etme çabasında olduğunu görüyoruz. Bu konuda epeyce “şanslı” olduğu da söylenebilir.
Müslüman Kardeşler kuşağına dayalı bölgesel hegemonya projesinin çöküşünün ardından ortaya çıkan ve emperyalist güç odaklarıyla kurulan “Abdülhamidvari” dengelere dayalı politikaların da iflas noktasına yaklaştığı bir sırada, Rusya’nın Ukrayna ile hâlâ sürmekte olan bir savaşa girmesi, Saray rejiminin bir kere daha “dört ayak üzerine düşmesini” sağladı. “7 Ekim”in ardından Gazze’yle başlayan dönem bölgedeki güç dengelerini ciddi biçimde değiştirirken Saray rejimine yeni fırsatların kapısını da araladı. BAAS iktidarının 13 yıl süren bir iç savaş sonucu yıkılmasında başrollerden birini oynayan Saray rejimi, “Kürt terörizmi” ve “Zalim Esed” bahanesiyle “dilim dilim yemeye” çalıştığı Suriye’yi, yıllarca destek verdiği, koruyup kolladığı İslamcıların eline geçmesinin ardından tabiri caizse “iştahını iyice açan büyük bir lokma” olarak önünde buluverdi.
Ancak Suriye’nin tek talibi kendileri değil. Esad rejiminin yıkılmasında ve özellikle de iktidarın İslamcılara tesliminde birinci dereceden pay sahibi olan ABD, Birleşik Krallık gibi emperyalist güç odaklarının yanı sıra, bölgeyi kendi Siyonist-sömürgeci hedefleri uyarınca şekillendirme niyetindeki İsrail de “Yeni Suriye”deki yerini aldı. Bu durum sahadaki rekabeti artırırken, Saray açısından yeni fırsatların yanı sıra ciddi tehlikelere de kapı araladı. En önemli gelişme Türkiye ile İsrail’in Suriye sahasında fiilen sınır komşusu haline gelmeleriydi. İsrail Suriye’nin askeri altyapısını ve gücünü yok ederken, Türkiye’nin Suriye’de askeri üslenme çabasını, bir hava saldırısıyla daha ilk adımında engelledi. Bunun da ötesinde İsrail, bir yandan Filistin halkına karşı soykırım uygularken, öte yandan tarihin ve güç dengelerinin bir “cilvesi” olarak bölgenin diğer egemen devletleri ve güçleri tarafından ezilen, boğazlanma tehdidi altında tutulan halklarına, Kürtlere, Alevilere, Dürzilere arka çıkmaya başladı!
Gelişmeler ve tarafların kendi niyet ve hedeflerine ilişkin “yüksek bilinçleri” Türkiye ile İsrail arasında karşılıklı olarak güçlü bir tehdit algısına yol açıyor. Bu karşılıklı algı iki ülkenin emperyalist ittifaklar içindeki konumları nedeniyle şimdilik doğrudan bir çatışmaya yol açmasa bile “masa altı tekmeleşmeleri” sürüyor. Süreç her iki gücün diğerinin ezilenlerine-düşmanlarına aktif-maddi destek verdiği veya verdikleri desteği artırdığı dolaylı ancak son derece yıpratıcı bir çatışmaya neden olabilir.
Türkiye’nin iç siyasetinde rejim tarafından zaten kullanılan ve giderek daha fazla kullanılacak olan bu “dış tehlike” söylemini, basitçe “asıl sorunların üzerini örtmek için gündem şaşırtma” olarak göremeyiz. Türkiye’yi yönetenler, kendilerinin de açık veya örtülü biçimlerde ifade ettikleri üzere İsrail’in bölge çapında Kürt hareketine vereceği güçlü bir destekten ciddi biçimde endişe etmektedir. Aynı endişe, doğrudan İsrail’in adı verilerek, “İmralı” tarafından da dile getirilmekte ve zorunlu bir Türk-Kürt barışının temel gerekçelerinden biri olarak ileri sürülmektedir.
Bir Rejim Sorunu Olarak Dış Politika: İç Çelişkilerin Dışarıya Aktarılması
Yukarıda sözünü ettiğimiz “tarafların kendi niyet ve hedeflerine ilişkin yüksek bilinçlerinin” bu ülkelerin iç siyasetleri ve rejim sorunuyla sıkı bir ilişkisi olduğu açık. İsrail iç siyaseti ayrı bir yazı konusu alınabilir. Ancak dışarıdaki gelişmelerin ve bu gelişmelere ilişkin tutumların, plan ve programların Türkiye iç siyasetinden, daha açık bir ifadeyle Türkiye’deki rejim sorunundan ayrı düşünülmesi, var olan koşullarda neredeyse imkânsız.
Saray rejiminin içerideki güç kaybını ve giderek büyüyen meşruiyet sorununu dışa dönük askeri-siyasi hamlelerle telafi etme tutumu, bir başka ifadeyle içerideki çelişkileri dışarıya aktarma çabası, bir iddianın çok ötesinde pek çok somut veri tarafından da desteklenmektedir. 2011’de başlayan Suriye’ye yönelik müdahale politikası, Afrin’in işgali ve oradaki siyasi, idari ve askeri örgütlenme, yine Suriye’nin kuzey bölgelerindeki faaliyetler, Irak Kürdistanı’nda kazanılan fiili konum, Afrika’da kurulan askeri üsler, ulusalcı-Atatürkçü subayların icadı olmasına karşın derhal sahip çıkılan “Mavi Vatan” doktrini, Kıbrıs politikası vb. somut örneklerden yola çıkarak, rejimin, kendisini “ebedi” kılabilecek bir “yayılma- fetih- ilhak” hedefi olduğunu vurgulamalıyız.
Bir başka somut veri, rejimin öncelikle kendine bağlı bir tekelci-büyük burjuvazi yaratma amacının parçası olarak güçlü ve yüksek teknolojiye dayalı bir silah sanayinin kurulmasına verdiği stratejik destektir. Bu, “ihracat kalemlerini çeşitlendirmenin” veya “cari dengenin sağlanmasının” çok ötesinde, yayılmacı-fetihçi-ilhakçı hedefler doğrultusunda hızlı bir silahlanma politikasının da işaretidir.
Rejimi ayakta tutup tahkim etmenin ötesinde, dünyanın gidişatı, savaş rüzgârlarının daha da sert esmeye başlaması, belli başlı ülkelerin militarist politikalar eşliğinde hızla silahlanmaya başlaması, bir emperyalist savaş ihtimalinin büyümesi bu politikalara giderek daha güçlü bir zemin sağlamaktadır. Yani, “ama uçağın, tankın motoru dışarıdan geliyor, zaten emperyalizme de bağımlıyız” tespitinin ötesinde düşünülmesi gereken bir durum vardır.
Bütün bunlar, rejimin muhtemel başarı veya başarısızlıklarından bağımsız olarak, bazı yorumcuların söylediklerinin aksine çok güçlü bir iç politika-dış politika ilişkisinin, sıkı iç bağlantıların, yani stratejik bir bütünlüğün varlığına işarettir. Bu nedenle barış süreci, tek başına bir iç politika sorunu, yani rejimin ayakta kalabilmek ve yeni bir anayasa yapabilmek için Kürt siyasetinin desteğini alma gayretiyle sınırlı olarak ele alınamaz, alınmamalıdır.
“Terörsüz Türkiye”den “Muhalefetsiz Türkiye”ye!
Bu sürecin rejim tarafından Kürt ulusal sorununun çözüm yolu olarak değil de terör sorununun tasfiyesi, yani doğrudan bir “güvenlik sorununun” halli olarak ele alınması boşa değil. Bunu sıklıkla ileri sürüldüğü gibi “halkımızın hassasiyetlerine” de bağlayamayız. Ayrıca kimse onca yıl boyunca acılar çekmiş, onca kayıp vermiş Kürt halkının hassasiyetlerinden söz bile etmiyor. İşin bu yönü neticede “halledilir”. Asıl mesele, normal koşullarda demokrasi, demokratikleşme gibi çağrışımlar yapması gereken bir sürecin, daha da baskıcı hale gelen rejimin “kendisinden daha beter bir şeye dönüşmesi” ihtimalini düşündürmesidir.
Teslim olmayı reddeden her türlü muhalefetin “terörist” ortak parantezine alınabileceği bir süreçte “terörsüz Türkiye”, zamanla “muhalefetsiz Türkiye” anlamına gelecektir. Rejimin bütün eğilimleri, yönelişleri bunu işaret etmektedir. Kürt siyasetinin demokrasi talebinin, “önce teslim olun, sonrasına bakarız” tavrıyla sürekli duymazdan gelinmesi veya demokrasi talebine Cumhurbaşkanı danışmanı Mehmet Uçum’un ağzından “konumuz şimdi bu değil” cevabının verilmesi bu yönelişle son derece uyumludur.
Rejim dışarıda “militaristleştiği” ölçüde içeride kaçınılmaz olarak bir “polis devletine” dönüşecektir. Gelişmelerin demokrasiyi veya demokratikleşmeyi işaret etmediği ise açıkça ortadadır.


























