Zorunlu veganlıktan etin cinsel politikası’na bakmak.
B.MEVSİM
Kudret, muktedir olmak, iktidar… Bir şeylerin yapılabilmesinden, yapabilme yetkinliği ve gücünden geliyor. Edilgenlikten, bağımlılıktan veya eylemsizlikten değil.
Bir arabayı ters “çevirebilen” bir kalabalıktan, hedeflerinden, kaldırım taşlarından ve ateşten
geliyor. Fazlası da var ama şimdilik, bu bahiste bizim sahnemizde görünmesi gerekenler bu kadar. Kadir olan günün sonunda söylemi de belirliyor.
Sesi çıkamayanlar, görünemeyenler nasıl tekrar taşları cebine koyacak?
İşçi sınıfı hareketinin son yıllarda ellerinde var olanları da kaybettiğini, savunma sathına çekildiğini ve konjonktürel olarak kaybettiğini biliyoruz. Kadın hareketi ise toplumsal mücadeleler açısından kazanımlar elde edebilen az sayıda bileşenden biri. Peki neden bu durum, işçi hareketi için mümkün olamazken kadınlar için mümkün olabildi? Bunun başat nedenleri arasında en güçlü olan, işçi sınıfının ayrışmış, atomize edilmiş olması ve farklı coğrafyalardaki mücadelelerini tekil olarak sürdürmesi olabilir.
Periferi ülkelerdeki işçi sınıfı, “ileri medeniyetlerin” gözünden uzak. Örgütlenmelerine engel olacak her türlü saldırı altında. Açlıkla sınandıkları bir yaşam mücadelesi içindeler. Daha nüve halindeki hareketleri dahi gırtlaklanıyor. Sistem bunu yaparken şüphe duymuyor. Aksini deneyimlediler ve kendileri açısından en ufak geri çekilmeye tahammül edemezler.
Sınıf mücadelesi ise “ismi lazım değil”, “adı anılmaması gereken”, ne cüretle bahsedildiği anlaşılmayan eski bir söylence artık.
Peki kadın hareketi neden bu ülkelerde devam edebiliyor? Kadın hareketinin, kitlesel radikalliğinden sıyrıldığı, sistem içine entegre olduğu, kısacası taleplerinin sistemin kabul edebileceği seviyeye geldiği bir dönem oldu. Ancak henüz dünyanın hiçbir yerinde talepleri bütünsel olarak iktidar olamadı, hareketin ilk hedefi ataerkiydi. Talepler çoklukla “eşit haklar” talebi üzerinden görünür kılındı.
Özgür kadın “kutlandı”. Ucuz ve yedek iş gücü olan kadın. Ev içi emeği, bedeni ve manevi emeği sömürülen kadın. Ama bu kez de bir araya gelen kadınların acil ve yakıcı problemlerinin sonucu başka bir bilinç düzeyine de kavuşabilme ihtimali oluştu. Esas düşmanlarının ve onların işbirlikçilerinin adını doğru koyabilirlerdi. Bu ihtimal oluşursa yani, kadınların yedek iş gücü olarak “kutlanmasının” dışına çıkılıp, karşılıksız ev içi emeğine itiraz etmelerine kadar uzanırsa kapitalist sistemin bundan pek hoşlanmayacapı malum. Patriyarka ile el ele kadınları tekrar eve kapatmaya ve yeni ucuz iş gücü için doğum oranlarının artmasına uğraşacak. Tanıdık gelmedi değil.
Muhtemelen kadın hareketinin kazanımlarının ve bilinç düzeyinin farkında olan kudret bizi yeni ikame ideolojilerle oyalamak istiyor. Patriyarka ile et yeme arasında bir bağ kurmaya çalışan vegan feminizm de buna dahil. Sistemi üzmeyecek canını yakmayacak bir taş bu. Çünkü kendi yarattığı sömürüyü kendi varlığından soyutlayıp anlatıyor, patriyarkaya karşı mücadele yolunun vejetaryen beslenmeden geçtiğini söylüyor; günün sonunda bize paketlenmiş vegan et satarken. Bunlar olurken de maalesef endüstriyel et üretimi çarklarında hayvanları öğütmeye devam ediyor.
Genç kadınlar arasında epey popüler bir kitap; Etin cinsel politikası. New York Times tarafından “veganların incili” olarak tanıtılıyor. Kadın hareketinin bütün olgunluğuna rağmen yeni bir söylem üretememesinin de bir sonucu bu düşünce. Bu da yine bir iktidar problemi.
Kitabın pazarlamacılarına baktığımızda oldukça “ana akım” olduğunu görebiliyoruz. Pazarlayan iktidar organları bir çember gibi birbirini tamamlıyor, etrafımız dört yandan sarılmış. Karşı koyma gücü elimizden alındığı için mi, kimse itiraz etmiyor da iman ediyor: “Bunu epey kalın bir kitapta okudum, muhakkak doğrudur”, “Netflix’teki belgesel de bunu söylüyor”, “Bunu anlatan yazar Nobel aldı”
Kitabın temel amacı ataerkinin kadın ve et üzerinde kurduğu ortak ilişkiyi açığa çıkarmak. Söylediği son söz ise “et yemeyin ve ataerkini yıkın”. Bunun bir mücadele yöntemi olduğunu kitap en başta vurguluyor. Aralarda bir yerde de aslında ne yaptığının çok bilincinde olarak “sakın buna bir mitoloji kitabı demeyin” diye uyarıyor.
Kitap boyunca ilişki ancak metaforlardan ve imalardan beslenebiliyor. Öyle ki aynı önermelerle (ya da hadi benzer yolla diyelim) tam tersi çıkarımlar da yapılabilir. Sapkınlıkları genelleştirip sanki hayvanların ve kadınların başına gelenler yeterince kötü değilmiş gibi pornografik bir anlatımla çoğaltıyor. Günün sonunda okuyanın midesi bulanıyor ve normal olarak bu vahşetten etkileniyoruz.
Bu pornografik anlatımı hatırlatan bir vaka da Türkiye’de oldu. Ünlü erkek bir oyuncunun içinde bulunduğu o malum sanat olayını bilirsiniz. Asılmış kadın bedeni parçalarının olduğu, öndeki kasap erkeğin bir kadını hayvan gibi doğradığı fotoğraf! -Burada bunu tekrar anlatmaktan bile hicap duyuyorum ama kitabın dili tam da bu- O görüntü eğer gerçekten bir şey söylesin isteniyorsa bu, kadın ve erkeğin yerini değiştirerek sağlanabilirdi. Ancak sanırım “icracı deha” Etin Cinsel Politikası’ndan çok etkilenmiş ve fikri direkt kopyalamış olacak ki ortaya bu işi çıkarmış. Kadın ve et ilişkisini böyle yanlış yerden tutan (kaldı ki bu ilişkilendirme baştan sona hatalı da diyebiliriz) bir mantık yürütmenin çıktısı ancak bu olabilir.
Kitaptaki ajitatif dil, kalıcı, ikna edici bir bağ kuramıyor, bilimsel hiçbir temele bağlı değil. Her şeye “az az” değiniyor; yoksulluğa, sömürüye, emperyalizme, ırkçılığa… Ama mantıksal sonuca varamayıp, kopuk, bütünlüksüz bir anlatım ve yöntemle okuyanın da zihnini bulandırıyor. Yazar sık sık “kayıp gönderge”den bahsediyor; et ile ölü hayvan bedeni arasında unutulan ilişkiden. Bunu tekrar kurmak elbette ete ve hayvan sömürüsüne bakış açısını değiştiriyor. Fakat hayvanların sömürüsüne yol açan üretim şeklinin failleri ne yazık ki hedefte değil. Kitabın önerisi, kadınların ve hayvanların sömürülmesini ataerki ile ilişkilendirmek ve bununla mücadelenin et yemeyi reddederek yapılması. Tamam hadi bunu yapalım. Zira vicdanen, ahlaki olarak vegan olmak son derece onurlu bir eylem. Ancak asıl fail, sınıflı toplum, bugünkü adıyla kapitalizm hala yerinde ve kazanım olarak göreceğimiz vegan yiyecekleri bize; geri kalan nüfusa ise fordist yöntemle ürettiği etleri satmaya devam ediyor. Win-win (!).
Hayvanı varlığından bağımsız olarak sadece sofrada et olarak görme ve algılama kapitalist üretim şekliyle doğaya yabancılaşmanın bir sonucu. Yani “kayıp gönderge” dayatılan hayat tarzının da maalesef doğal bir ürünü. Bitkiler için de geçerli bu. Çileğin ağaçta yetiştiğini düşünmek bir çocuk rüyasından fazlası artık. Çünkü her gün doğayla ilişkimiz ekranlar aracılığıyla yeni temsillerle aktarılıp, yeniden üretiliyor. Bu pazarlama yöntemleri düşünce sistemini yeniden örüyor. Çilekleri pembe bulutlarda görüyoruz. Hiçbir şey bize toprağı, çamuru hatırlatmıyor. Tavuk reklamları tavukların yetiştiği kafesleri hatırlatmıyor. Gördüğümüzde dehşete düşeceğimiz ve hemen unutmak isteyeceğimiz türlü koşulla temasımız bize aktarılan süslü imgelere evrilmiş. Dehşet gözden uzak kapılar ardında. Elbette et artık et değil. Çünkü herkes mutlu ineklerin yeşil çimenlerde koştuğunu kendi gözüyle gördü. Geriye gerçeklikle temas edilen tek nokta kalmış olabilir; metrodaki tutunma kolları.
Sağlıklı gıdaya erişim gün geçtikçe zorlaşıyor. Satın alınan etlerin ucuz olması için türlü hilelere başvuruluyor. Gıda mühendisliği, tarihinin doruklarında geziniyor.
İşlenmiş et dahi dünya nüfusunun önemli kısmı için erişilmesi güç nitelikte. Yani hali hazırda eti satın alabilme gücü çok düşük. Etin yenilemediği bir yerde, her nasıl oluyorsa vegan olmak da büyük bir maliyet. Ete erişimi çok zor olan, bunca kötü beslenilen, Avrupa’da obezite sıralamasında birinci olan bir memlekette et tüketmemek bir mesele midir? Dünya genelinde et tüketiminin düşürülmesi gerekli olabilir ancak açlık sınırındaki insanlar için bu “küçük bir mümin latifesi” gibi. Sadece karbonhidratla, glutenle beslenebilen bu insanlara dayatılan ise bir tür zorunlu veganlık. Bu “zorunlu veganlık” obezite ile başka bir tüketiciye çevriyor kişiyi. Sağlığı elden gitmiş ve artık ilaçla tedavi edilmesi gereken biri, kronik bir hasta. Bu “veganlar” kavganın içindeler! Yalnız tokat atacaklarına tokat yiyorlar.
Kitaba geri dönüp dille kurulan ilişkiye de bakalım. Kadın ve etin dildeki bağlantısı temel olarak Amerikan İngilizcesi üzerinden kuruluyor. Bizde o kadar çok örnek bulamıyoruz. İlk akla gelen örnek, bizim dilimizde “mal” kelimesi. Türkçede mal kelimesi mülkiyet ilişkisini anlatır. Mal yüklemek, indirmek, depolamak… temel kullanımı budur. Hayvancılıkla geçinen yerlerde kazanç sağlanan, alınan-satılan bir ürün olduğu için hayvanlara mal denir. Sapla samanı karıştırmadan, mal kelimesi üzerinden kadın ve hayvanın meta olarak algılandığı söylenebilir. Kadın sahip olunabilme özelliği açısından hayvanla eş tutulmaktadır. Burada ise gördüğümüz bu mülkiyet ilişkisi kapitalizmin ve ataerkinin ortaklığı olabilir ancak. Bu da bizi yine üretim ilişkilerine, biçimlerine ve bununla savaşmaya doğru götürmelidir. Zorlama Türkçeleştirmeler o dile, kültüre uyum sağlamaya çalışmak var olan gerçekliği bulanıklaştırıyor, sorunu hafifletiyor, ciddiyetsiz hale getiriyor. Yani buradan varacağımız sonuç kadının da bir mülk gibi görülmesi, metalaştırılması. Ve evet bu gerçek bir sorun. Bizde ise “ya benimsin ya kara toprağın” gibi klişelerle yer buluyor kendine. Bir erkeğin bir öküze sahip olabileceği gibi bir kadına sahip olabileceği düşüncesi böylece dille çok kez pekişmekte. Hayvan ve kadının yoldaşlığı önce burada, “hissiz, sahip olunabilecek birer meta” olarak görünmekte yatıyor. Bu duruma ancak Anti-kapitalist mücadelede ortak bir zemin olabilir.
Şunu açıkça söylemek gerek; kadınlar için fazlası var. Hayvan üzerindeki algımızı ve hayvan sömürüsünü kapitalizmden de çok önceye dayanan kadın sömürüsünden ve kadına dayatılan toplumsal rolden ayırt etmek gerekir. Kapitalizm sona erse de kadının asıl mücadelesi ataerkine karşı kapitalizmden sonra da devam edecek.
Kadın mücadelesi nasıl sokakta ve kazanımları bu kolektif mücadeleyle mümkünse, geri kalan da ancak edilgen değil etken bir mücadele ile mümkün. Hayvanlar için de yaşam hakları, sömürülmeleri (yasada da hala olduğu gibi mal olarak görülmeleri) gibi pratik sorunlar üzerine düzene karşı verilecek bir hat gerekli: Hayvanların kendi savunamadıkları haklarını savunmak, kapitalizmin dayattığı üretim, tüketim biçimlerini kırmak, sömürüyü, kıyımı engellemek…
Yüksek kar odaklı üretim, üretim maliyetlerinin düşürülmesi için yapılanlar, hayvan sömürüsünü taşıyabileceği en uç noktaya kadar taşıyacaktır. Ucuz iş gücü; ucuzlatılmış emek ve bu insanları doyuracak ucuz gıda ihtiyacı demek. Kapitalizmin tavukların eceliyle ölmesini bekleyecek vakti yok. Çünkü açlık düzeni bozar.
Bu yöntemlerin sürekli büyüme ve ucuz iş gücünü destekleyen nüfus politikaları ile de alakası doğrusal. Kadın heteroseksüel ilişki biçimini sürdürüp çocuk doğurmalı, gerekirse de kriz anında “we can do it” diyerek kapitalizmi çıkmazlarından kurtarmalıdır. Hem yedek işçi ordusu olup hem de işçiyi yeniden üretmelidir. Erkeğin de ihtiyaçlarını hem ev içi emeği hem manevi emeğiyle karşılamalı bir sonraki iş gününü mümkün kılmalıdır. Çocukların yetiştirilmesini ve eğitimini sağlamalı ve karşılığında hiçbir güvencesi olmadan, hiçbir karşılık almadan hayatını bununla tüketmeli, sermayenin yükünü hafifletmelidir.
Bu tür bir iş bölümü kadının mülkiyeti fikrini pekiştirir. Bir ev zencisidir artık. Maddi olarak erkeğe bağımlı hale getirilmiştir. Kapitalizm ataerkini böyle besler. O ise ayrıcalıklarından vazgeçmek istemeyen erkeklerle vücut bulur. Kapitalizmle anlaşma halindedir, varlığıyla destekler. Altlarındaki zemini çekmek ise ancak kadın mücadelesinin gücüyle mümkündür: Kadınların hem ataerki hem kapitalizm ile kavgasında. En acil, en yakıcı sorunlarla yüz yüze olan, yaşamları her gün tehlike altında olanların mücadelesinde.
Kapitalizmin kökü kazınmadan veya ricacılıkla çevre, hayvan hakları ve kadın kurtuluşunun sorunları çözülemeyecek. Kapitalizm var oldukça tümünü paketleyip bir kitap şeklinde, kendi keyfini bozmayacak bir mücadele alanı açarak veya benzinliklerde “karbon ayak izinizi azaltın” deyip sorumluluğu son tüketiciye yükleyerek kitlelere gerisin geri pazarlayacaktır. Günün sonunda hala aynı şey sürüyor ve bize “yaşam tarzı” olarak satılıyorsa bu mücadele iyi çalışmıyor, gerçekten etkili sonuç vermiyor demektir. Sonuç alınmayıp yenilginin getirdiği bıkkınlıkla da günün sonunda eylem sürdürülemez hale gelecektir.
Nereden bakılsa görünen, Kadın mücadelesinin dünyayı yeniden yaratmaya muktedir olduğudur. Doğru noktadan hedefi doğru koyarak… Burada edilgen olmaktansa (vegan yoğurt kaşıklamaktansa) etki eden olmaya çalışmak, kendi iradeni ve bilincini oluşturarak bunu da kolektif şekilde anti-kapitalist bir zeminde yürütmek gerek denebilir.
“Büyük kasapların” en çok sınıf hareketinden korktukları açık. Her yerden varlığını silmeye çalıştıkları, her yerde üzeri örttükleri şeyle… O kadar ki işçiler hiç iktidara gelmemiş gibi başka bir tarih yazıyorlar. Sınıf mücadelesi ortadan kalkmış gibi bir hurafeyi durmadan ortaya koyuyorlar. Çünkü çarklarına çomak sokan o. Bir iyilik yanılgısı yarattıkları, kazın ayağının öyle olmadığı anlaşıldığında sorunlarınızı çözecek gibi görünen yöntemler üretmekten de geri durmuyorlar. Bu yol vicdanımızı biraz rahatlatabilir, belki kazanımlar da elde edebiliriz ancak asıl meseleleri kökünden çözmeyeceği kesin.
Son kez kitaba dönersek, sonunda “pirinç ye ve kadınlara inan” sloganını tekrar ediyor. Pirinç yiyen Japon erkeklerin kadın meselesinde ne noktada olduğunu bilmek inanmamı engelliyor bu mitolojiye. Ha keza vejetaryen Hindistan’daki tecavüz vakaları. Vejetaryenliğin bi kültür olarak yaygın olduğu Hindistan’da da bunun çok somut nedenleri olmalı. Hindistan’daki vejetaryenlerin çoğunun lakto-vejetaryen olduğu biliniyor. Kutsiyet atfedilip bugünün etinden ise yarının sütü düşünülmüş gibi. Yiyeceğin, geleneğin; toprakla, coğrafyayla, ekonomiyle direkt ilişkisini kurmak gerekir. Gerçek maalesef hep bu kadar materyalist. Bu bulandırılmış ortamda bir şeylere tam anlam veremeden kabul etmek de kolay. Etrafımız sarılı.
Gerçeklikten koptuğumuz an yere düşeriz. Karşımızdaki gücü tanımak ona göre cebimize taşları doldurmamız gerek, teorik ve pratik olarak. İnanmayı değil bilmeyi seçerek…