HAKKI YÜKSELEN
ABD Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Osmanlı “Millet Sistemi”yle ilgili övgü dolu sözleri ortalığı karıştırdı. Bununla da yetinmeyen Büyükelçi güçlü ulus devletlerin İsrail için bir tehlike oluşturduğunu da söyleyince bu gibi konularda zaten her daim teyakkuz halinde olan milliyetçi-ulusalcı kesimler iyice infiale kapıldı! Ancak bu konudaki endişeleri asıl büyüten içerden gelen ağır darbeler oldu! Önce RTE, bir Türk, Kürt, Arap birliği-beraberliği hedefini ortaya koyarken “Türk, Kürt, Arap eğer bir aradaysa, birse, beraberse işte o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Ayrıştıklarında, bölündüklerinde, uzaklaştıklarında ise mağlubiyet, hezimet, hüzün vardır…” dedi. Ardından malum süreci başlatan Bahçeli, Cumhurbaşkanı’nın bir yardımcısının Kürt, diğerinin Alevi olabileceğinden söz etti.
En önde gelen iki devlet büyüğümüzün ağzından çıkan bu sözlerle ABD Büyükelçisi’nin millet sistemi ve güçlü ulus devletlerle ilgili sözleri arasında bir bağlantı olabileceği (hatta kesinlikle olduğu) düşüncesi “ulus devletimizin karşı karşıya olduğu büyük tehlikeler” ve daha da ötesi “Lübnanlaşma” tehlikesi üzerinden bir dizi tartışmaya ve çeşitli suçlamalara yol açtı. Karşıt düşünce sahipleri, hepsi kendi ideolojik-siyasi meşrebine uygun biçimde topa girmiş durumda. Aslında yeni sayılmaz; aynı milli-tarihi endişeler ve hedefler üzerinden yürüyen, ancak farklı durumlarda farklı şekiller alan bir tartışma bu. Ana teması “ulus devletin kaderi!” Bu “haşin” tartışma geçmişte uzunca bir süre sağlı sollu liberallerle, sağlı sollu milliyetçiler arasında yaşanmıştı, şimdi ise milliyetçiliğin çeşitli kanatları arasında yaşanıyor. Özü aynı kalsa da mevzu çeşitliliğimiz ve gündem yükümüz nedeniyle, bir süre sonra büyük ihtimalle şekil değiştirecek olan bu konuda birkaç laf edelim:
Osmanlı Millet Sistemi
Osmanlı’da 19. yüzyılın başlarında uygulanmaya başlayan “millet sistemi” esas itibariyle etnik temele değil, dini-mezhebi temele dayanıyordu. O zamana kadar sadece Müslümanlar (yani her etnik gruptan Sünniler) “millet” ( ehl’ el mille) olarak tanımlanıyordu. İslam hukukuna göre “cizye” vergisi karşılığında devlet koruması altında yaşamalarına izin verilen gayrimüslim halklar ise “zimmî” (ehl’ el zimme) olarak anılıyordu. Millet sisteminin uygulanmaya başlamasıyla kendi içlerinde idari özerklikleri olan gayrimüslim cemaatler de “millet” olarak kabul edildi. Bu sistemde farklı etnik gruplara mensup Müslümanlar (sadece Sünniler) tek bir millet sayılırken, (Alevi ve Şiilerin sözü bile edilmiyor!) Osmanlı boyunduruğu altındaki Hıristiyan halklar, örneğin Ermeniler mezheplerine göre farklı milletlere ayrılıyordu. Vergilerin ödenmesi ve güvenlik gibi konularda merkezi yönetime karşı sorumlu dini önderler tarafından, merkezi yönetimin görev alanına girmeyen konularda kendi iç yasalarına göre yönetilen bu milletlerin işleri “meclis-i milli” adı verilen cemaat meclislerince yürütülürdü. “Millet-i hâkime” – “millet-i mahkûme” ayrımına dayalı bu sisteme 1856 tarihli “Islahat Fermanı”yla son verildi. Osmanlının modernleşerek hayatta kalma çabalarının yanı sıra Batılı büyük devletlerin de baskısıyla çıkarılan bu fermanla, en azından resmi olarak Hıristiyan tebaaya Müslümanlarla eşit haklar tanınmakta, bütün Osmanlı uyruklarına can mal ve namus dokunulmazlığı sağlanmakta ve laik yasaların çıkarılması öngörülmekteydi.
Tabii, gerçek hayatta işler beklendiği gibi yürümedi! Her şeyden önce Müslüman halk onca yüzyıllık hâkimiyetinin ardından “gâvurla” eşitliği içine sindiremedi. Belirli tarihsel ve sosyoekonomik nedenlere dayalı görece hızlı bir modernleşmenin etkisiyle Müslümanlardan çok daha ileri bir iktisadi ve kültürel düzeye ulaşan Hıristiyan halklar arasında giderek güç kazanan milliyetçilik düşüncesi ve özerklik-bağımsızlık eğilimleri (nihayetinde bir “ulus-devlet” sahibi olma fikri) işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirdi. Büyük merkezler dışında, özellikle o gününün koşullarında nispeten gözden ırak bölgelerde işlerin büyük ölçüde eski usulde yürütülmesi ve gayrimüslimler üzerindeki, zaman zaman büyük devletlere müdahale fırsatı veren baskı ve zulümlerin yanı sıra, Türk unsurunun hâkimiyet çabasının Hıristiyan, hatta Müslüman halklar arasında kabul görmemesi de bir “Osmanlı milleti” hedefine ulaşmayı imkânsız hale getirdi. Bir Osmanlı birliğinin mümkün olamayacağı fikri, diğerlerinin üzerinde egemenlik kurmayı hedefleyen güçlü bir Türk milliyetçiliğinin doğmasına, bu da Osmanlı yönetimi altındaki Hıristiyan ve Müslüman (Araplar, Arnavutlar) halklar arasında ulusal kurtuluş ve milliyetçilik eğilimlerinin güçlenmesine yol açtı. Sonuç, kanlı çatışma, savaş ve kıyımların ardından ortaya çok sayıda “ulus-devlet”in çıkması oldu…
Ölüyü Diriltmek Mümkün mü?!
Bugüne gelirsek; tarihsel ömrünü çoktan tamamlamış bir sistemin ABD Büyükelçisi’nin geçmişe övgüleri, “yeni Osmanlıcılar”ın hayalleri, hatta emperyalizmin “oyunlarıyla” ihya edilebilmesi çok zor! Ancak yine de RTE’nin kafasından nelerin geçtiği bilinemez. Belki de daha “çağdaş” haliyle kendi halifeliği altında bir “Müslüman birliğini” hatta “milletini” hayal ediyordur, kim bilir! Zaten hakkında bu yönde kuvvetli şüpheler de var. Bu nedenle pek çokları, Cumhurbaşkanı’nın çok sık tekrarladığı “benim milletim”e sadece Sünnileri dahil ettiği, laik muhaliflerini ise dışladığı bir İslam ümmetini kastettiğini düşünüyor! Kendisinin Türk-Kürt-Arap birliğine ilişkin son ifadeleri da bu niyetine yoruluyor.
ABD elçisinin Osmanlı millet sistemine yaptığı övgünün de çarpan etkisiyle RTE’nin bu sözleri, yıllardır “ulus-devletin sonu” kâbusuyla yaşayan faşist, ulusalcı vb. her meşrepten Türk milliyetçiliğini teyakkuza geçirmeye yetti. Bütün bunlara Bahçeli’nin bir Kürt ve bir Alevi cumhurbaşkanı yardımcısı önerisi de eklenince ortalık iyice karıştı! Lübnan gibi mi olacağız?
Tartışma ve atışmalar hangi tarihsel örnekler, endişeler ve soyutlamalar üzerinden yürürse yürüsün, günümüzün somut koşullarındaki gerçek karşılıklarının farklı olduğu düşünüyoruz; aynı “iç cephe” meselesinin gerekçelendirilmesinde kullanılan hamasi dilin gizlemeye çalıştığı gerçekler gibi. Tarihsel benzetmeler kısmen yararlı olsalar da güncel gerçekliğin anlaşılmasında sınırlı etkileri vardır. Sonuçta Marx’ın da Hegel’den ilhamla dediği gibi, “Tarihte her şey iki kere yaşanır, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak!” Marx burada bir “fars”tan yani kaba bir komediden söz ediyor aslında. Bunun maddi dünyadaki anlamı trajikomik durumlardır, fazla zorlanmaları halinde hiç de komik olmayan kanlı sonuçlara, felâketlere veya ağır iflaslara yol açarlar.
Devlet Büyüklerimizin Gerçek Amacı
Bugün artık tarihsel ömrünü çoktan tamamlanış “millet sistemi”ne dönmek mümkün değil. Bu sistemin orijinal halinde içerdiği eşitsizlikler bir yana, bölgede Kürtler ve Filistinliler dışındaki bütün ulusların çok uzun yıllardır şu veya bu biçimde ulus-devletler olarak yaşadıkları, “ulusal”, yani her türlü maddi çıkarları üzerinden ciddi biçimde ayrıştıkları ve Türklerle olan geçmişleri düşünüldüğünde kimsenin gönüllü olarak yeni bir “hâkimiyet-mahkûmiyet veya bir “sahte eşitlik” ilişkisini kabul etmeyeceği açıktır. Zaten RTE de sözlerindeki bütün “ümmetçi” tınılara ve hakkındaki bütün milliyetçi-ulusalcı kuşkulara rağmen bölge çapında, yaratılması imkânsız bir “İslam Milleti”nden değil, Türkiye’nin hegemonyası altında bir Türk-Kürt-Arap ittifakından söz etmektedir. Reis içeride, bütün “milli” unsurların yer alacağı ve keyfince hükmedebileceği bir “iç cephe”yi, dışarıda istediği gibi kullanabileceği bir İslam ittifakıyla bütünlemek istemektedir. Amacı, kimilerinin iddia ettiği gibi Türkiye’yi bölmek falan değil, aksine genişletmek ve sağlığında bir “fatih” olarak milliyetçi-mukaddesatçı gericiliğin sonsuz iktidarını garanti altına almaktır! Kendisi İslami motifleri epeyce zengin bir Türk milliyetçiliğinin temsilcisidir. (Malum, Türkler İslamın kılıcıdır!) Üstelik “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” bir “Devlet” büyüğümüzün de ideolojik ve politik denetimi altındadır! Bu büyüğümüzün Kürt ve Alevi cumhurbaşkanı yardımcıları ile ilgili sözleri ise tamamen sembolik nitelikte olup bu türden “yerel ve folklorik” unsurları devlete ve Türklüğe kazandırma, yani daha rafine usullerle asimile etme amaçlıdır. (“Daha ne istiyorsunuz” da denilmek üzere!) Zaten bu iki devlet büyüğümüz de devletin, vatanın, milletin ve iktidarın bölünmez bütünlüğü konusundaki “tekçi”, sağlam ve tavizsiz duruşlarıyla ünlü şahsiyetlerdir! Bu nedenle “ulus-devlet”, “Lübnanlaşma” vb. konularda endişeye mahal yoktur.
Zorunlu Politika Değişikliği
Tekrar pahasına vurgulamakta fayda var: Büyüklerimizin ağzından çıkan sözlerin işaret ettiği hedef, toprağın veya devlet iktidarının bölünmesi veya Türkün “rızkının” Kürt’le, Arap’la paylaşılması falan değil. Söz konusu olan, “Türkiye Yüzyılı” şiarıyla bölgesel planda yürütülecek bir askeri, siyasi ve ekonomik yayılma ve büyüme hedefidir. Dengelerin hızla değişmeye başladığı, hızlı güç kaymalarının cereyan ettiği bir dönemde İsrail’le yaşanan gerilimlerin ve muhtemel kapışmaların, daha da ötesi bölgede “alt emperyalist” bir rol oynayabilmek için ABD’den alınması gereken icazetin bir gereği olarak bazı zorunlu politik değişikliklere gidilmiştir.
Kürt siyasetinin teklifi “Türkiye’nin Kürtlerle büyümesi” idi. Rejim daha önce duymazdan geldiği bu teklifi şimdi kabul etmiş görünüyor! Üstelik Kürtlerle de yetinmeyip ittifaka Arapları da katıyor! İş, bu strateji uyarınca “Misak-ı Milli” sınırları dahilindeki petrol zengini Musul ve Kerkük’e, zaten komşu kapısı olmuş Halep’e kadar varır mı, bilinmez! Ayrıca bu duruma Kürtler, Araplar, çeşitli dünya ve bölge güçleri ne der, onu da bilemeyiz! Bu yolda ülkenin başına nelerin gelebileceğini, “Dimyata pirince girerken evdeki bulgurdan” olunup olunmayacağını tam olarak kestirmek de zor.
Ancak dışarıda devam eden bu militarizmin, içerde daha da aleni bir polis rejimi olarak yansıyacağından eminiz.